Avucunda sıktı kağıdı. Yok etmeye çalışacak kadar güçlüydü parmakları. Yaşlarla dolan ela gözleri, halasının suretinde gezindi. Okuduklarının onun her zamanki kötü şakalarından olduğunu duymayı istedi. Ona yaptığı her eziyeti, her kötü sözü gizlediği şakalardan olmasını ümit etti. Lakin çabası nafileydi. Pastanin kremasina parmağını sürüp, dudaklarına götüren kadın onu sürüklediği girdaptan zevk alıyordu.
Büyükannesinin omzuna dokunan elini hissedemedi. Büyükbabasının adını söyleyen sesini duyamadı. Yaşadığı kabustan kurtulmak için o an tek bulabildiği çareye sığındı. Odasına sürükledi adımlarını. Merdivenleri nefesi boğazında tıkanırcasına hızlı hızlı çıktı. Ardından gelen seslenişler ondan çok uzaktaydı. Odasına girip,kapıyı sertçe kapattı. Yüreğine düşen o koca taş bir nebze olsun azaldı. Yatağını gördüğünde, gözlerini yumdu sıkıca.
“Kabus… Lütfen kabus olsun.”
Içindeki yangınla fısıldadı bu sözleri. Gözlerini ümitle araladığındaysa aynı yerde buldu kendisini. Elindeki buruşan kağıdı hissetti. O an bir kez daha başını salladı iki yana. Kabus değildi. Gözlerinden yaşlar süzülmeye başlamış, göğsünde hıçkırıkların yankısı yer bulmuştu.
“Hayır.”
Avuntuyla kâğıdı açtı. Sadece birkaç dakika önce okuduğu satırları tekrar buldu karşısında. Dizlerinin üzerine olduğu yere çöktü bedeni.
Gerçekti. Yaşanan o an, o kağıt gerçekti. Aşağıda olanlar kabus değildi. Başını kaldırıp, yerini ezbere bildiği yüzlere baktı.
“Doğru mu söyledikleri?”
Neden susuyorlardı? Evlatlarının içi yanarken neden duruyorlardı öylece? Neden bir kez olsun yaşlarını silmiyorlar, onu avutmuyorlardı?
Yerinden kalktı güçlükle. Annesi ve babasının düğün gününe ait tek fotoğraftı. Büyütülüp isteği üzerine odasına asılmıştı. Yaklaştı yavaşça. Önce dokunmadı. Elindeki kâğıtta yazan sözler mani oldu. Yüzlerinde gezindi yaşlı gözleri.
“Doğum günün kutlu olsun Meryem’in oğlu.”
Dayanamadı. Elleri annesinin ufacık yüzünü okşadı.
“Neden yoksun anne?”
Ona her baktığında bu soruyu soran kalbi bu kez susmuştu. Henüz on sekizinde olan güzel kadına bakarken yüzünden akan yaşları elinin tersiyle sildi. Kısacık ömründe ona dair tek bir aniya sahip olamamanın öfkesi tazecikti yüreğinde. Tek omzundan salınmış örgülü kara saçlarını sevdi sessizce. Öyle güzeldi ki…
Bakışları babasını bulduğunda alnını yasladı. Güç almak istedi. Ayaklarinda güç, dizlerinde derman kalmamıştı.
“Senin oğlun olmadığımı söylüyorlar. Yalan de baba. Sen benim canımsın de.”
Gözlerini kapatti bir kez daha.
“Yalvarırım birşey söyleyin.”
Demediler. Inkar etmediler o kağıtta yazanlari. Korkmamasını söylemediler. Sarmadılar onu. En zor anında yine yaninda olmadılar. Suskun iki suret olarak durdular karşısında.
Toprak tükenmişti. Bedeni kayarken usulca, karanlığa bıraktı kendisini. Ölmeyi diledi. Onlara kavuşabilmesinin, hiç sevmediği bu dünyadan kurtulabilmesinin tek çares buydu.
Elindeki kağıt taş kesen parmaklarının arasına kenetlenmiş haldeydi.
**
“Babacığım pasta çok lezzetliymiş. Yemek ister misiniz?”
Torunun arkasından ne olduğunu anlamak için bakan Tamer Ağa uzatılan tabağı elinin tersiyle itti. Pasta yere düştü. Kimseden ses çıkmadı. Herkes bir yana dağılmak için hareket ettiklerinde duydukları ses mani oldu.
Tamer Ağa, sağ elini kizinin yüzüne indirdiğinde tokadın şiddetli sesiyle birlikte bir çığlık yükseldi.
“Ba… Baba…”
Kızının yüzünü tutarak, kekeleyişine baktı öfkeyle. Yaptığını sorgulayacak halde değildi. Torunu bu haldeyken dünyayı yakabilirdi. Onu böylesine gözü dönmüş halde Nino Hanim bile daha önce görmemişti.
“Ne verdin ona? “
Kızının suskunluğuyla öfkesi katlandı. Okşayarak büyüttüğü saçları nefretle avuçladı bu kez.
“Tamer delirdin mi? Ne yapıyorsun?”
Nino Hanımın dahi geçemeyeceği bir set vardı Tamer Ağanın gözlerinde.
Çektiği acı ve şaşkınlıkla gözyaşı döken kızının yüzüne bakarken bu kez baba değil, torunu için savaşan bir dedeydi yaşlı adam.
“Söyle dedim. O kâğıtta yazan ne?Toprak’a ne verdin?”