“Ben uyuştucu bağımlısıyım.” Hiç zorlanmadı. Fatih’in daha önceki sözleri geldi aklına. Bana asla yalan söyleme!
Fatih beklediği cevapla tuttuğu nefesini bıraktı. Eğer bunu söylemeseydi aralarında pek çok sorun çıkacağı ve Hare’nin kendisine güven vermediğini bilecekti. Neyse ki Hare dürüst davranarak Fatih’in kalesini en içten feth etmişti.
Cebine elini atıp süslü kutuyu çıkardı. İstanbul dan ayrılmadan önce Hare’nin telefonunu ve kimliğini almak için arabayı kurcalaması şart olmuştu. Telefonu ön koltukta bulmuştu ama kimliği olmadan şehirler arası yolculuğa çıkmak çok zordu. Açtığı torpido gözünü karıştırmış kimliğe hatta ehliyete bile ulaşmış ama tam kapatacağı esnada aracın ayak bölümüne düşen kutudan dağılan extazileri görünce dehşete düşmüştü. Hare’nin sandığından daha zor bir durumda olduğunu da o an anlamıştı.
Elindeki kutuyu havada salladı. Kutudan yayılan tıkırtıya başını çeviren kız hiç şaşırmamıştı. Gözlerini kaldırıp Fatih’e baktıktan sonra tekrar ağaçları izlemeye devam etti.
“Londra da başladım. Dedem ve babaannem bir yıl yanımda kalmıştı. Daha on sekiz yaşıma yeni basmıştım. Beni yalnız bırakmak istememişlerdi. Ama en çok bir yıl dayanabilmişlerdi. Bende artık iyice alışmıştım Londra’ya. Ama onlar gidince değişik bir ruh haline girmiştim. Annem, babam, abim yoktu. Ve sorunlar… her şeyden çok gibiydi o sıralar. Okulda tanıştığım basit bir arkadaş yoluyla başladım. Önce azar azar sonra zaten bağımlısın. Bir süre sonra hayatının bir parçası haline geliyor. Londra’da çaya şeker misali kullanıyor insanlar. Parası olupta alana kimse dokunmuyor. Ama parası yoksa ve almaya mecbursa başına her şey gelebiliyor.”
“Burada nereden alıyorsun, peki?”
“Londra dan dönerken, oradan aldığım adam, bana buradan birinin telefon numarasını vermişti. Bittikçe gidip alıyorum. Burada olanlar da aynı. Param var alıyorum, onlarda kimsin nesin sormuyor.”
“Almazsan, peki?
“Başım ağrıyor. Bazen de dönüyor. Bulunduğum yer anlamsız geliyor. Bir anda, saray da kral olsan tahtın sana, öfke veriyor. Ülkeni seven bir padişah bile olsan bulunduğun yerde mutsuz oluyorsun. Kısaca dengeyi bozuyor. Depresif birine dönüşüyorsun. En ufak şey beyninde büyüyerek dev bir sorun haline geliyor. Dünya üzerideki her şey anlamını yitiriyor. Mutlu insan görsen üzerine atlayıp parçalamak istiyorsun. Veya; Kabuğuna çekilip iç dünyan ile olmadık şeylerin kavgasını ediyorsun. En kötüsü de her şey üzerine geliyormuş gibi köşeye sıkışıyor ve yalnız kalıyorsun. Yalnızlıkta seni aşağılara çekiyor. Dibe vuruyorsun. Ölmek istiyorsun.”
“Peki ya aldığında?”
“Oo, aldığında dünyada senden daha mutlusu yok. Ağrıyan başın birden göklere çıkıyor. Bir saat kesin, bir kaç saat havada bırakıyor. Her yanından mutluluk akıyor. Daha doğrusu sen öyle zannediyorsun. Etkisi geçene kadar. Geçince her şey eski haline geri dönüyor. Sonra bakıyorsun ki batağın en dibindesin. Debelen dur artık. Ki bu anlattığım en basit olanı. Elindeki haplardan başka bir şey kullanmadım. Daha aşırısı, eroin, kokain, esrar bunları kullandığında geri dönüşü çok zor olan yollar. Tabii ki bu benim kullandığımın, bana zarar vermediğini göstermiyor.”
Kutuyu iki parmağı arasına sıkıştırıp havada tekrar salladı Fatih. Hare başını çevirip baktı. Bunları birine ilk defa anlatıyordu. Oldukça rahattı. Fatih duruşundan bile akan güveni temsil ediyordu.
“Sana kalkıpta bırakacaksın demeyeceğim. Bunu benim istiyor olmam, senin de istiyor olduğunu göstermez. Eğer sana faydası olan bir şey olsaydı sonsuza kadar kullanabilirdin. Ama sen benimle bir hayat istiyorsun, bende seni hayatımda canlı ve sağlıklı istiyorum. Doktora gidebiliriz. Psikolojik destek alabiliriz. Ya da hiç birine gitmeden sadece yanımda kalırsın, sana elimden gelen tüm desteği veririm.”
Fatih bambaşka biriydi Hare her geçen saniye böyle bir adamın gerçek olup olmadığına şüpheye düşüyordu. Fatih içinden gelen tüm içtenliği ve iyimserliğiyle kendisine her konuda destek oluyordu.
Yattığı yerden doğruldu. Sırtını hamağın hasır kısmındaki mindere yasladı. “Sen gerçek misin? Hayatta senin gibi erkeklerin olduğunu hiç sanmıyordum.”
Fatih gülümsedi. “Çok şanslısın ki seni buldu.” dedi. Hare yüzünü buruşturdu. “Küstah ama tatlı adam.”
“Öyle mi,?” iki kaşı havada kıza baktı.
Konularına geri dönmek istedi Hare. Bir dakika kadar konuşmadı. Genç adamla gözleri birbirlerindeydi.
“Senin yanında aklıma gelmiyor onlar.” Çenesiyle adamın elindeki kutuyu işaret etti. “Biraz uzaklaşınca kendimi onun başında buluyorum. Ama çok enteresan seninle geçirdiğim zamanlarda baş ağrım dışında ihtiyaç duymuyorum. Baş ağrım da sen bana dokununca uçup gidiyor. Buna pek anlam veremiyorum.”
Kızın önünde kutuyu açtı. Hare ne yapmaya çalıştığını izledi. Fatih içinden bir tane alarak yine iki parmağı arasında görüş mesafesine kaldırdı. “O halde buna ihtiyacın yok!” diyerek arkasına, altlarından geçen suya attı. Hare gözünü dahi kırpmadı.
Bir tane daha aldı kutudan, “Ben hep yanında olacağıma göre buna da ihtiyacın yok!” deyip onu da attı. Bir tane daha aldı. “Bundan sonra sen bana yar, ben sana nefes olacağım, bu da gereksiz.” Onu da attı. Bir tane daha aldı. Kutuda bir kaç tane daha vardı. “Bu saydıklarım ancak sen istersen olabilir.”
Hare başını aşağı yukarı salladı. Gözlerini çekmedi. “İstiyorum, elimden geleni yapmaya çalışacağım.” dedi kati bir sesle.
Fatih elindeki kutuyu da arkasına fırlattı. Gözlerini kısarak kıza baktı. Elini Hare’ye uzattı. “Gel bakalım.”
Dizleri üzerinde doğrulup kısa mesafeyi aşıp adamın elini tuttu. Kızın elini tuttuğu anda sıkıca kavrayıp hızla Hare’yi iki bacağı arasına, kucağına çekti. Hızlı hareketinden dolayı hamakta sarsıntı oluştu.
Ensesine elini uzatıp kızın başını kendine yaklaştırdı. Dudakları arasında kalan milimetrelik mesafede bakışlarını Hare’nin bayıldığı, her gördüğünde öpmek için deli olduğu dudaklarına kilitledi. “Benim de anlam vermediğim şeyler var.” diye fısıldadı. Konuşmanın başına dönerek.
Hare’nin kalbi gümbür gümbür ağzında atıyordu. Yanaklarına hücum eden ateşi ilk defa hissediyordu. Karnında volkanlar patlıyor, nefesini kesiyordu. Adamın kendisini öpmesi için yalvaracak kıvama gelmişti. O kadar yakın dururken neden hala dokunmuyor telaşına kapılmıştı. “Nedir, o şeyler?”
Fatih dudaklarını kızın dudaklarına sürtüp çekti ve mesafeyi korudu. Dokunan ve çekilen adamın kadına yaptığı eziyetti. Hare bir an gözlerini kapatıp onda kaybolmayı ummuştu. Geri çekilen tenle gözlerini açtı. Fatih’in yüzünde bu güne kadar görmediği katılığı, gözlerinde ki koyuluğa şahit oldu. Adam beni ye, denecek kadar yürek hoplatıcı göründü kıza.
“Meselâ, nasıl olupta seni sürekli öpmek istiyorum.” Hızlı bir öpücük çaldı kızdan. Bastırıp geri çekti. Hare nefesini tutup bıraktı. Dokunuşla eriyor, çekilince dağılıyordu. “Başka!” diye sordu genç kız. İçinden Fatih’i yumruklamak geçiyordu.
“Sen hep burada, yanımda ol, istiyorum.” Eğilip Hare’nin boynuna sokuldu. Dudaklarını bastırdı. Hare, kollarında titriyordu. Titreyen kızın çekiciliğiyle tanıştı. Aralarında ki mesafeyi kollarını daraltıp kızı tamamen hapsederek kapattı. Hare den duyulan inleme sesiyle tüm bedeni tutuştu. Hayatında hiç kimseyi kollarında olan kadını istediği kadar istememişti. Kalbiyle aklı arasında kavgaya tutuştu. Aklı ona ‘Seni yakıyor, biz erkeğiz’ diye bağırırken, kalbi ‘biz erkeğiz ama Hare ilk kez bizi yakan taraf’ diyordu. Düşünceleri kavga ederken, Fatih tutkuda nirvana yaşıyordu. İlla bir anlam yüklemesi gerekmiyordu. Hare çok güzel bir kadındı. Fatih bir erkek. Daha önce beraber olduğu kadınlar, günlük basit ilişkilerden öteye geçmemişti. Bir erkeğin bir kadınla birleşmesi için Aşka ihtiyacı yoktu. Fatih bunu biliyordu. Karşı taraftan beklenilen tek şey sadece tatmin olmaktan öteye geçmemişti. Peki ya bu..?
Bir erkeğin her hücresi, dokunduğu kadın için haykırır mıydı, haykırıyordu. Fatih yıllar önce kapattığı defteri açmak istemiyor, bu yüzden de beynindeki tüm düşünceleri elinin tersiyle iteliyordu. Anı ve sonrasının da güzel olabileceğini biliyordu, başka bir düşünceye yer vermedi.
Kollarındaki kadın onundu. Hiç kimsenin olmamıştı. Sadece onundu. Her erkeğe özgü olan düşünce onu da ele almıştı. Ele almıştı ve verdiği haz başını döndürüyordu. Hare’nin ilki olmak, düşüncesi benliğini sarmıştı. Keşke Hare bilebilseydi, Fatih daha önce Hare gibi bir kadınla hiç birlikte olmamıştı.
Hare zorla mırıldandı. Bu yaklaşım diğerlerinden farklıydı. Bu çok tepelerde bir histi. “Başka?”
Boynundan yol çizerek göğüs oluğuna kadar inince kız başını arkasına itmek zorunda kaldı. Göğsü hızlı hızlı inip kalkıyordu. Göğüs oluğunu teğet geçti. Açıkta kalan sol göğsüne dudaklarını bastırdığında aklı tamamen uçup gitti. Başı geride olan kızı minderin üzerine uzanmasını sağladı. Fatih’in biraz uzaklaşmasıyla yarım yamalak aldığı nefesinin tamamını ciğerlerine doldurdu. Kollarını kızın iki yanına dayadı. Üzerindeki yerini aldı. Fatih’in açık yeşil olan göz rengi yeşilin en koyu rengine dönmüştü.
Kısık gözleriyle kızın görebildiği her yerini inceledi. Baktıkça çekiliyor, çekildikçe aklı uçup gidiyordu. “Aklımı nasıl başımdan alıyorsun?” Öpmekte aceleci değildi ama Hare deli gibi onu istiyordu. Adamın yumuşak dudakları, kendi dudakları yanında geziniyordu. Yüzünün her yanına dokunuyor ama olması gereken yere uğramıyordu. Aklını kaybedecek dereceye geldiğini hissediyordu. Dünya üzerinde bu tip duyguların varlığıyla yeni tanışıyordu, genç kız.
“Ya sen!?” diyebildi. Fatih burnunu bahar kokan saçlarına götürüp kokuyu içine çekti. Gözlerini kapattı. “Ben seni hep yanımda istiyorum, o yüzden beni sevsen, iyi edersin. Çünkü.” dedi, başını saçlardan kaldırıp kızın gözlerine baktı. Hare ellerini adamın boynuna dolayıp, ellerini adamın ensesinde birleştirdi. Tutkuyla değişen göz bebeklerini, adamın koyulaşmış gözlerine bıraktı. “Çünkü?” dedi.
Fatih dişlerinin arasından tutkulu bir nefes çekti içine. Bırakmadı. Az sonra tadına doymasada yetinmek için yanacağı dudaklara yaklaştı. Hare gelecek hamleye kendini hazırladı. “Çünkü, benim surlarıma giriyorsun. Çünkü, seni hiç kimseye vermeyeceğim.” demesiyle kapandı kızın mabedine.
Hare ellerini adamın saçlarına daldırıp kendine daha sert bastırdı. Bedenini içinden gelen dürtüyle havalandırıp Fatih’e yasladı. Onca dakikadır beklediği öpücüğün, böyle can yakıcı olacağını hiç tahmin etmemişti. Resmen tutkudan canı yanıyordu. Ve daha fazlası için tüm hücreleri ayaklanmış Fatih’e koşuyordu.
Elini kızın göğsüne atıp arzuyla sıktığında Hare den yayılan inleme sesiyle birlikte, kızın yay gibi gerilmesi düşünce gücü falan bırakmamıştı. Her yanı Hare, diye inliyordu. Fatih, hayatında böyle bir haz yaşadığını hatırlamıyordu. Hare den gelen akıma kapılmış, adeta sürükleniyordu; bilmediği sulara…
Kızın üzerine bedenini tamamen bıraktı. Ellerini uzun ve gür saçlar arasında gezdirdi. Bu akıl alır gibi değildi onun için. Aniden nedensiz bir öfkeye kapıldı. Bu kızın başka bir erkeği sevmesi mümkün değildi. Kendisini bu hale getiren bir kadın başka bir erkeği aklından bile geçiremezdi. Ellerini sokmuş olduğu saç diplerinde durdu. Kızın saçlarını avcu içine topladı ve hırsla çektiğinde dudaklarını birbirlerinden ayrıldı.
Hare, içinde olduğu zevk girdabından harap olmuştu, saçlarında ki baskıyı hissetmiyordu. Ama Fatih’in çekişiyle başı yukarı kalktı. Arzulu öpüşmenin tam ortasında kesilen yarım hisler, sekteye uğrayan tutkudan öfkeye kapılmış iki beden de gözlerini kısmış birbirlerine bakıyordu. Aralarında ki ateş tekrar tutuşmak için kol geziyordu. Tutku bile kızmıştı ikisine, ateşe kavuşamadığı için. Kalplerindeki ritim bile bozulmuştu mesafeye. Ve ikisi bakışlarıyla meydan okuyordu birbirlerine…
Tekrar öpmemek için dişlerini sıkıp bekledi Fatih. Delirmemek, için mesafeye ihtiyacı vardı. Ama çok çabuk fark etti; delirmek ve Hare’ye kanmak istiyordu. Kanabilirse… “Sevecek misin?” içindeki kıskanç canavarın sesiydi, boğuk çıkmış alacağı cevabı bekliyordu. Tek kaşını havaya kaldıran kız hiç çekinmedi. “Sen önce sevilmeyi öğretecek misin?” diye sordu.
Adamın dudağı zevkle yukarı kalktı. Kızın yüzünde gezdirdiği bakışlarıyla sıkılı dişleri arasından fısıldadı. “Elimden gelenin en iyisiyle?” Bir elini kızın bacağına götürüp avuçladı. Hızla yukarı kaldırıp kendi ağırlığını kıza bastırdı. Hare’nin gözlerini kapatıp derin bir nefes alışıyla göğüslerinin büyüyerek küçülmesini zevkle izledi.
Tırnaklarını Fatih’in sırtına bastırdı. Başını daha yukarı kaldırıp gözlerini açtı Hare. Aradaki mesafeyi kapatmaya yanaştı. “Olur o zaman.” dedi.
Hare’nin saç diplerinde duran elini çekip yüzüne düşen bir kaç teli ileriye itti. Gözleriyle kızı yerken gözleriyle buluştu. “ Hare!”
“Evet.”
“Artık bir Asilkan değilde, Kırımlı mı olsan!”
Hare’nin tutkuyla kısılan gözleri, karşındaki adama muhtaçlıktan ziyade minnetle yumuşayarak açıldı. Yeşil harelerin çevrelediği göz bebekleri doldu. Ağlamak üzere olduğunu gördüğünde uzanıp alnından öptü Fatih. “Olur musun?”
Hare içine doluşan mutlulukla gülümsedi. “Zaten hiç ısınamadım Asilkan adına.”
Fatih başını kızın göğsüne yaslayıp kahkaha attı. Hemen de satmıştı yirmi yedi yıllık adını. Bu ona olsa olsa en büyük teşekkür olurdu. Bir anda başka birinin adını taşımakta hiç zorlanmayandı, Hare. Hare de ellerini göğsünde yatan adamın saçlarında gezdirip güldü. Başını kaldırıp hala gülen bir yüzle kıza baktı.
“Cadısın sen.” demesiyle tekrar Hare’nin dudaklarına yaklaştı. “Benim Cadı’m.”
“Benim küstah adamım.”
“Senin!” demesiyle artık son noktaya gelen Fatih tüm ipleri tek tek kopardı. Elleri hoyratça kızın bedeninde ki tüm hücreleri açarak kendini kızın içine nakletti. Ateşi tüm varlığıyla hem verdi, hemde aldı. Dudaklarının değmediği tek bir santim dahi bırakmadı. Taptaze, tertemiz bir tende kendi varlığını ilan etti. Hare için ilkti. Fatih içinde Hare gibi bir kadın ilkti ve sondu. Yaşadığı tutkuyu, aldığı hazzı dünya üzerinde başka bir kadında bulamayacağını anladı.
Elleri, dokunup geçtiği yerleri özlüyordu. Dudakları sadece ve sadece bu kadına aitmişcesine hareket ediyordu. Hare kendini hiç bilmedigi bir dünyaya hayallerinde dahi canladırmadığı adamla girmişti. Bulunduğu kollarda ölesiye mutluydu. Dünya da başka bir kadın yokmuş, sadece kendi varmış hissi veren adama tüm beliğini teslim etmişti ve asla pişman değildi. Olmayacaktı da. Fatih’in talan ettiği varlığı kendini bulmuş gibiydi. Yıllardır kaybolan ruhu geri dönmüştü. Geçmişten nefret ediyor, geleceğe Kırımlı olarak bakıyordu. İlk defa hissettiği tamamlanmışlık, bu güne kadar yaşadığı her şeyi silmiş ve yerine umutlar bırakmıştı. Artık dünya çekilirdi. Seve seve…
&
On gün öncesi…
Karanlık! Zifiri siyah. Ne gün ışığı ne bir kıvılcım ışık! Her yer bomboş ellerim havada, boşlukta! Ayaklarımın altında bir yer var yada bir cisim, hissetmek anlamama yeterli gelmiyor. Sadece bastığımı hissediyorum. Gözlerim açık mı, kapalı mı? Aklım bana oyun oynuyor. Göz kapaklarımı kırpınca anladım açıp kapadığımı. Gözlerimin gördüğü aslında içimdeki göremediğim karanlık. İçim ve dışım aynı. “Ela…” diye bağırıyorum. Sırtımda keskin bir acı ve o tüylerimi diken diken eden kahkahasını duyuyorum. Dönemiyorum, ayaklarım bulunduğum yere çivilenmiş gibiydi. Acı tüm bedenime yayılırken güçsüzce dizlerimin üzerine çöküyorum. Göz kapaklarım kapalı. Derimin üzerinden bir ışık hüzmesi hissediyorum. Yavaşça açtım göz kapaklarımı…
O, annem olduğuna inandığım kadın! Varlığını sadece rüyalarımda bildiğim kadın! Eskisi kadar gelmiyordu artık. Yavaşça ışığa alışan gözlerim tamamen açıldı. Annem, ağlıyordu. Gözlerinden inen sicim sicim yaşlarla bana bakıyordu ama yerinden kımıldayıp yanıma gelemiyordu.
Işığımı kesti. Simsiyah bir kıyafet içindeydi. Gözleri büyümüş içleri kırmızıya dönmüştü. ‘Ela!’ Diye bağırdım. Şeytani bir gülüş peyda oldu yüzünde…
Hiç konuşmuyordu. Hiç bir rüyamda tek bir kelime etmiyordu. Benimse ona tek sorum vardı. ‘Neden!?”
Neden, diye bağırmamla gülüşü söndü. Sağ elindeki hançeri havaya kaldırdı. Yüzü! O yüz benim sevdiğim kadına ait değildi. Onu sevdiğim, sarıldığım anları hatırladığımda midemde büyük bir bulantı hissettim.
Ela, havaya kaldırdığı hançeri acımasızca indirirken sonuma hazırlandım. Gözlerimi kapatıp bekledim. Ona engel olamıyordum. Ölürken bende bıraktıklarına engel olamadığım gibi…
Kalbime sapladığı hançerin acısı nefesimi kesmişti. Ağzımdan hırıltılı bir soluk çıkmıştı. Keskin hançeri kalbimden hızla çektiğinde gözlerimi açtım. Acımasız gülüşüyle tekrar havaya kaldırdığında artık sona geldiğimi öleceğimi anlamıştım. Bu hep başıma geliyordu. Beni öldürüyor, yok ediyordu.
Annem ağlıyordu. Göz yaşları artmış, ardı ardına süzülüyordu yanaklarından. Gözlerimi kapattım ve son darbeyi beklemeye başladım. Gelmedi!
Göz kapaklarımı aralayıp baktım. Ela’nın elini tutan biri vardı. Arkası dönük. Sadece saçlarını görebiliyordum. Kadının beline kadar inen uzun saçlar…
Uzun saçlı kadın Ela’nın havada olan elini tek hamlesiyle sağa çevirip elindeki hançerin yere düşmesini sağladı. Yere düşen keskin hançer tuz gibi dağıldı. Uzun saçlı kadın Ela’yı itip geri çekildi. Siyah zemin ikiye ayrılırken Ela çığlık çığlığa yarılan zeminin içine düştü. Uzun saçlı kadın bana döndü, “Hare!”
Bayram yerine dönen kalbim ve acısı yok olan yaralarımdan güç alarak elimi Hare’ye uzattım. Havada duran elime bakıp ağlamaya başladı. Onun göz yaşları benim yüreğime ateş olmuş düşüyordu.
Elimi tutmadı. Arkasını dönerek benden uzağa yürüdü ve kayboldu. Nefesim kesilmeye başladığında ellerim boğazıma gitti. Boğuluyordum. Annemde arkasını dönüp uzaklaştığında son nefesimi vermiştim.
Kan revan içinde yatağında doğruldu Fatih. Rüyasında kesilen nefesi az daha uyanmasaydı onu cidden bırakıp gidecekti. Boğazı acıyana kadar hızlı hızlı nefes almaya başladı. Vücudunun her yeri ter damlalarıyla doluydu. Bedeni alev alevdi. Hiç geçmiyordu. Bu yaşadığı kabuslar ne zaman bitecekti? Birde Hare girmişti artık kabuslarına. Ağlayarak terk etmişti ama Ela dan kurtarmıştı kendisini. Baş ucundaki dijital saate baktığında gecenin üç çeyreği olduğunu görmüştü. Tekrar uyuması küçük bir ihtimaldi. Hızla doğrulduğu yatağa sertçe bıraktı kendini.
Casablanca / Fas
Saat gece yarısı 00:15
Uyumak için hazırlık yapan Nisa’nın saçını taradığı tarak elinden düştü. Kalbine saplanan sancıyla çığlık attı. Acıyla ellerini kalbine bastırdı. Nefes aldıkça derine inmeye başlamıştı acı. Banyodan sesini duyan kocası Sait karısına bir şey oldu korkusuyla fırladı. Nisa’yı ayakta iki büklüm kalbini tutarken gördüğünde öleceğini hissetmişti. “Nisa!!!”
Karısını kollarından tutarak yatağın üzerine oturttu. Nisa’nın elleri hala kalbinin üzerindeydi. Acı olduğu gibi duruyordu. Yüzünü buluştururken derin nefes aldı. Sait’in sesiyle yataklarından fırlayan üç genç insan kendilerini anne babalarının odasına attılar.
Sait kapıdan hızla giren üç evladına kısa bir bakış atıp eşine dönerken çocuklar annesi etrafında toplandı.
Sait karısının yüzünü avuçları içine aldı. “Ne oldu Nisa?” dedi.
Acısı hafifleyen kadın ellerini göğsünden indirdi. “Geçmiyor Sait, ben dayanamıyorum artık.” Diyerek ellerini yüzüne kapatıp ağlamaya başladı. “O yaşıyor ve ben onu göremiyorum.” Ellerini yüzünden indirdi. “Beni çağırıyor size bunu defalarca söyledim.”
Fatih’ten sonra dünyaya gelen yirmi beş yaşındaki oğlu Ferid, yirmi üç yaşındaki Aybüke ve yirmi yaşında olan Ayperi’nin dolu dolu gözlerine tek tek baktı.
Sait yerden kalkıp karısının yanına oturdu. Koluyla sarıp göğsüne çekti. “Biz sana inanıyoruz kadınım; ama sende biraz daha sabır etmelisin. Dayının ne dediğini biliyorsun.”
“Ben bilmek değil, oğlumu görmek istiyorum. Tam yirmi sekiz yıldır bir kez dahi sarılamadığım, kokusunu bile bilmediğim oğlumu istiyorum.” Diyerek feryad etti kadın.
Kapının önünde gözleri yaşlı annesi Leyla kızını kederli gözleriyle izliyordu. Herkes kendi yavrusuna yanardı. Nisa oğluna… Leyla kızının çektiği acılara…
Ferid annesinin ak düşmüş saçlarına bir öpücük kondurdu. Babasının kopyasıydı, sadece göz renkleri farklıydı. Abisi Fatih ile arkasında ki benzerliği ayıran annesinden aldığı ela gözleriydi.
Kızlar da annelerine benzeyen birer minyatür gibiydiler. Sarı saçları, ela gözleri ve beyaz tenleriyle göz alıcı güzelliğe sahiplerdi.
Ferid, “Annem üzme kendini! Bak hayatta ve çok sağlıklı, sabır…” dedi.
Aybuke, “Annecim dayımın dediklerini unutma hepimizin selameti için beklemek zorundayız.” Ayperi de ablasına onaylar sözleriyle konuştu. “Çok daha mutlu günlerimiz olacak anne, abimizle tanışmak için bizde çok sabırsızız ama hata yaparsak bu hiç birimize fayda sağlamaz.” dedi.
“Biliyorum ama dayanamıyorum.” Ayağa kalktı Nisa. “Gidin yatın! Ben dayımı arayacağım. Uzun süredir aramadı.” dediğinde kocası sesini çıkarmadı. Biliyordu ki karısını engelleyemeyecekti.
Kapıdaki annesine sarılan Nisa hepsini ardında bırakıp çalışma odasına geçti. Dayısının nerede olduğunu bilmiyordu. O yüzden saat kavramı umrunda bile değildi.
Masanın başına geçtiğinde ellerini yüzüne kapattı. Yalnız kaldığı için kana kana ağlayabilirdi artık. Oğlunun yaşadığını öğrendiği günü düşündükçe daha çok ağlama isteğiyle doluyordu.
Tam yedi yıl önceydi. Yunanistan’a canlı varmış ve bir süre sonra Fas’a yerleşme kararı almışlardı. Küçük bir teknede içinde, iğrenç kokuların arasında kaç saat geçirdiklerini bile bilmeden uzun süre yolculuk etmişlerdi. Ülkeye ayak bastıkları zaman içine bakmaya zaman bulamadıkları bez çuvalı artıklarında değişik isimlerde kimlikler pasaportlar ve bir servet bulmuşlardı. Yüreklerinde oğullarının acısı vardı ama hayat devam ediyordu. Kârı koca birbirlerine deli gibi âşıklardı. Fatih’i hiç unutmamışlardı. Ferid dünyaya gelene kadar ağlamıştı Nisa. Rüyalarında sevmişti Fatih’ini…
Ferid’i de kaybetme korkusuyla aylar geçirmişlerdi. Kucağına oğlunu aldığında dünyanın en mutlu kadını haline gelmişti. Artık ağlamıyor ama çoğu geceler Fatih’i ağlarken sardığını uyuttuğunu görüyordu rüyasında. Yıllar geçtikçe rüyaları kalbine inen sancılara dönüşmüştü.
Bir gece yarısı kapısında annesini gördüğünde dili tutulmuş, kendinden geçmişti. Oysa annesi Sait’le tanışmadan bir yıl önce kalp krizinden ölmüştü.
Kendine geldiğinde aklını kaçırdığını düşünmeye başlamıştı. Annesi kanlı canlı karşısında duruyordu. Sürekli olarak ağlıyordu. Salonun içinde üç çocuğu ve kocası çıt çıkarmadan birbirlerine bakan iki kadını izliyordu. Henüz çocuklarda ne olduğunu bilmiyordu. Kocası Sait annesini resimlerden tanıyordu. Yıllar önce Türkiye yaşadıkları evde bir kaç resmi vardı. O gece yanlarına hiç bir şey almamışlardı.
Ağlamaya başlayan Nisa titreyen sesiyle, “Anne” demişti.
Annesi Leyla yaşlı gözlerle başını salladığında Nisa yerinden ok gibi fırlamış annesinin dizlerine kapanmış ciğerleri dağlanana kadar ağlamıştı. Leyla hanım yıllardır hasretini çektiği kızına sıkıca sarılmıştı. Odada bulunan herkes ağlamıştı.
Başını kaldırıp sessizce bakan kızının göz yaşlarını eliyle silmişti. Kızını bağrına basan Leyla damadına dönüp, “Kapıda biri var oğlum, onu içeri alır mısın?” demişti. Sait ilk önce korkuya kapılmıştı, bunu fark etmişti Leyla. “Kadir dışarıda…” dediğinde Sait yerinden hızla kalkıp kapıya koşmuştu. Can borçluydu Kadir’e. Bugünleri borçluydu…
Az mesafede nefesi az gelmişti Sait’e. Kapıyı hızla ardına kadar açtığında yılların yaşlandıramadığı adamı görmüştü. Kadir yarım gülüşüyle izlerken Sait inanamaz gözlerle izlemişti.
“Abi…” diyerek yutkunmuştu. Geçmiş gözleri önünden hızla gelip geçmişti. Ardından koşarak gelen Nisa kapıda bir an durmuş gülümseme ve ağlama eşliğinde koşarak kendini Kadir’in kollarına atmıştı. Kadir yeğenini sıkıca sarmıştı. Mutluluk yaşları bir bir ardında akarken geri çekilmiş ve adamın yüzüne bakmıştı.
“Kadir abi…” hıçkırıkları gülüşlerine karışmıştı.
“Abi değil dayı diyeceksin.” diyen adama anlamaz gözlerle boş boş bakmıştı. Gelişi güzel bir söz olarak düşünmüştü.
Kadir bu yaptığı işe yıllarını ve canlarını adamıştı. Çok can yanmıştı. Nisa hem annesiz hemde oğlu olmadan yıllar geçirmişti. Ama Kadir buna mecburdu; hiç birini isteyerek yapmamıştı.
Sait karısının kolundan tutarak adamın önünü açmış, sarılmış ve eve davet etmişti. Karşılıklı oturan ev halkının hepsi garip duygular içerine girmişti. Nisa çocuklarını tanıştırmıştı. Üç tane fidan gibi evladı görünce yaptığından zerre pişmanlık duymamıştı Kadir. Yalnız Nisa gerçeği öğrendiği zaman ne olacaktı işte onu kestirememişti.
“Odalarınıza gidin çocuklar,” diyen Nisa’yı durdurmuştu Kadir. “Hayır! Herkes burada kalacak ben konuşacağım ve kimse benim sözümü kesmeyecek!” diye sert bir sesle uyarmıştı.
Nisa merakla ne anlatacağını annesinin kollarında beklemişti. Hala bir anlam veremiyor olsada mutluluğuna diyecek yoktu.
Leyla ile Kadir göz göze gelmişti. Leyla gözleriyle istediği izni abisinden alarak söze girmişti.
“Ben aslında Gaziantep’liyim. On beş yaşına kadar orada yaşadım. İlk okulu bitirdiğimde babam okumama izin vermedi. Güzeldim, alımıydım. Eve görücü olarak her gün biri gelirdi. Okumama izin vermesede küçük yaşta evlenmeme de izin vermemişti babam. Aslında kötü bir babaya sahip değildim ama topum yargısını geçmek basit bir çiftçi kızı için çok zordu. Ara ara haber geldi civar köylerden. Filâncı evin kızı kaçmış. Falanca adamın kızı kaçırılmış, diye. Giden bulunamıyor, tek bir haberi dahi gelmiyordu. Ve o illet gelip beni de bulmuştu. Beni zorla aldılar ailemden, annem feryad etti, babam orada can verdi. Babamın öldüğünü gören annemin de kalbi bu acıyı kaldırmadı. O da orada öldü. Ben anne babamın cesetleri başında ağlarken acımadılar beni sürüye sürüye evden çıkarıp arabaya bindirdiler. Yaşım on beş aklım yok denecek kadar az. Korktum, üzüldüm, mahvoldum. Annem babam yoktu artık. Küçük ve korkak bir kız çocuğuydum. Beni bayıltarak bindirdiler araca…
Köyümüzde evler birbirine çok uzaktı. Evlerin avluları evi kapatacak kadar yüksekti. Kimse beni görmedi ve duymadı. Evden kaçan bir kızdım sadece…
Ama beni kaçıranlar hiç bilmedi ki askerde bir abim vardı.” Nisa ilk defa duyduğu şeylerle şok yaşarken annesinin ‘abim’ sözcüğüyle Kadir’e baktığını görmüştü. Islak gözlerinde yaşlar dondu. Başını ağır çekimle kocasına çevirdi. Sait’te Nisa kadar şok yaşamıştı.
“O benim abim!” demişti Leyla. Kadir minnetle gülümsedi kardeşine…
“Ben… Ben inanamıyorum,” dileyebilmişti Nisa.
Kadir devralmıştı açıklamayı… “Anneni kaçıran ve köylerdeki kızları kaçıran babandan başkası değildi Nisa. Diğer kaçırdıkları kızları bir daha gören olmadı. Şebeke halinde çalışmışlar. Bir çok şehirde yüzlerce kız ortadan kayboldu. Muhtemelen yurt dışında pazarladılar. Annenin şansı babanın ilgisini çekmesiydi. Terhis olmama bir ay kalmıştı, mektuplar kesilmişti. Annem babam okuma yazma bilmezdi. Leyla yazardı, o da yazmadı. Köyün tek bir telefonu vardı. Köy kahvesini aradığımda gerçek yüzüme vuruldu. Dağda askerdim ve bana ulaşamamışlardı. Komutanlarım da terhis olacağım diye bana hiç bir şey söylememişlerdi. O günlerin imkanı yok denecek kadar azdı. Döndüm sonra…
Ağlayıp sızlamanın bana hiç bir faydası yoktu. Kapı kapı gezip sordum, soruşturdum. Elime geçecek en ufak bilgiye muhtaçtım. Kızları kaçırılan ailelerin gözleri yaşlıydı. Bir daha kızlarından haber alamadılar. Yapacak hiç bir şeyim yoktu. Babamdan kalan eve toprağa sahip çıkmam için çalışmam şarttı. Köyden gidemiyordum. Ya Leyla bir gün geri dönerse diye…
İlk okul mezunuydum. Çiftçilik dışında bir iş bilmezdim. Kış mevsimi olunca köyde hiç iş olmazdı. Bende kahveye takılır hem harçlığımı çıkarır hemde delirmemek için kafa dağıtırdım. Tam beş ay olmuştu Leyla gideli…
Bir gece kahveyi kapatıp eve gitmek için etrafı topluyordum ki telefon çaldı. Koşarak açtım. Gece gelen telefon hiç hayırlı haber getirmezdi. Telaşlı bir ses ilişti kulağıma…
“Kurtarın beni! İzmir Yakup Şahkıran ben Leyla!” dedi ve telefon kapandı. Uzun süre kulağımdan çektiğim telefona baktım. Kardeşim! Onun sesiydi. Elimden yer e düşen ahizeyle bende yere çöktüm. Tüm kanım çekilmişti. Sabaha kadar oturduğum yerde ağladım. Ve o gün son kez ağladım. Sabah herşeyi arkamda bırakıp İzmir’e yola çıktım.
Sora sora buldum yolumu… kara işlerinin dışında büyük bir iş adamıydı. Hâlâ da öyle…
Pusuya yattım, onu öldüremezdim. Kardeşim elindeydi. Bir ay kadar izledim. Her bilgiyi tek tek not aldım. Adamlarının arasına sızdım. Aylarca yanında çalıştım ama kardeşimi bir kez bile göremedim. Bir gün adamlarından birinin bir diğeri ile konuşmasına şahit oldum. Babana suikast düzenlemeye çalıştıklarına şahit oldum. Benim için dönüm noktasıydı. O bilgiyi tam da babanı öldürecekleri anda kullandım. Başlarına silah dayadım, Leyla için bir kez bile düşünmeden ilk defa katil oldum. Ondan sonra da babanın hep sağ kolu oldum. Daha sonra en güvendiği insan! Evine girdim ve kardeşimi gördüm, o hamileydi!
Leyla tutamadığı göz yaşlarını serbest bıraktı. Kızını bırakıp abisine sarılmıştı. Odayı dolduran anne kızın hıçkırıklarıydı sadece…
Leyla devam etti. “Yakup beni kendince sevdi. Sadistti! Hiç bir Allah kuluna acıması yoktu. Bana en ağır eziyetleri yaptı. Hamile olduğum zaman dokunmadı. Erkek evlat diyerek eli arkasında gezerdi. Oğlum Ahmet’i kucağına aldığında servetini bırakacak bir veliaht kazanmıştı. O kadar mutluydu ki bana bir daha el kaldırmadı. Ona erkek çocuk vermiştim bu da benim kurtulmuşum olmuştu. Ta ki Nisa doğana kadar kız doğduğunu öğrendiğinde evi başıma yıkmıştı. Alışmıştım artık ama yinede acı çekmeme engel değildi. Nisa dan sonra bir daha çocuğum olmaması için bana ilaç temin etti abim. Ben artık hamile kalmayınca daha çok öfkeye kapıldı. Bana daha çok eziyet etmeye başlamıştı. Çoğu zaman eve gelmiyordu ki bu benim için ödüldü. Yıllar sonra bile eziyetlerinden vazgeçmedi. Halk arasında bana prenses gibi davranıyor eve döndüğümüzde şiddet uyguluyordu. İki çocuğum da buna şahit oluyordu. Ve ben daha çok üzülüyordum. Artık ölme vaktim gelmişti.”
Kadir, “Leyla’ya verdiğim ilaçla kısa süreli kalbinin durmasını sağladım. Çok kolay oldu. Yakup Şahkıran hastaneye bile gelmemişti. Sen ve Ahmet’te hiç bir şey anlamıştınız. Leyla’yı hastaneden çıkartıp önceden ayarladığım eve götürdüm. Ona gerekli iğneyi yaptım. Kısa süre sonra kendine geldiğinde yine ağladı. Ardında bıraktığı çocukları içindi bu sefer. Gerisini sen zaten biliyorsun Nisa.”
Nisa ağır ağır başını salladı. “Baba demeye utanıyorum. O bir cani! Onun yüzünden yılladır abime ve yeğenlerime hasretim. Şimdi görüyorum ki birde anneme hasret kalmışım.” diyerek annesine sarıldı.
“Kadir, bazen uzaktan görmem için beni dışarı çıkarıyordu. Bende senin kadar hasretim, oğluma.” Sarıldığı kızının saçlarından öptü Leyla. “Onu uzaktan görüyordum ama seni hiç göremiyordum.” demesiyle yeniden ağlamaya başladı.
“Peki, neden bunca yıl sonra geldiniz? Neden daha önce değil de, şimdi?” Sait’ten gelen soruyla Leyla ve Kadir birbirlerine baktılar.
Kadir başını önüne eğdi. “Çünkü ben artık ölü biriyim. Gelmek için, ortadan kaybolmak için ölmem gerekiyordu. Kurduğum düzenek buydu. Leyla yıllarca tenha bir yerde tek başına yaşadı. Yakup o kadar gaddar ve zalimdi ki onu daha önce ülkeden çıkaramadım. Aylarca yanına bile gidemediğim oldu. Her yerde kolu olan biriydi ve benim gücüm ona yetmezdi. Sizi de bu yüzden onlarca mülteci ile birlikte ölüme göndermek zorunda kaldım. Daha öncede bulabilirdim sizi. Ama bunun için başka insanlarla görüşmek ve onlara bir şeyleri izah etmek zorundaydım. Bunu göze alamadım. Emniyette bile adamları olan biri, Yakup. Hâlâ da öyle. Şimdi nasıl geldiğimize gelirsek; Ülkenin en yüksek kademesinde polis ile iş birliği içindeyim. Onlara Yakup Şahkıran’ı vereceğim onlarda beni öldü gösterip, Leyla ile birlikte ülkeden ayrılmam için yardım ettiler. Bir süre burada kalacak ve geri döneceğim. Yakup Şahkıran’ı bitirmeden de ölmeyecegim.” diyerek nokta koydu sözlerine Kadir.
Ferid, Aybüke ve Ayperi sessizce dinliyor ve hiç bir soru yöneltmiyorlardı. Ara ara anneannelerine kayan bakışlarıydı değişik olan, onlar için.
Sait başını olumlu anlamda salladı. Nisa da aynı şekilde. Nisa birden gülmeye başladı. “ O zaman Size ellerimle yemek hazırlayacağım. Artık güzel günleri konuşuruz.” demesiyle hareketlenmişti ki annesi kolundan tutup oturttu. Gözlerinin içine baktı. “Bitmedi kızım, otur!” dedi.
Nisa yerine şaşkınca geri oturdu. “Daha ne kaldı?”
Kadir yönünü Nisa’ya çevirmişti. “Beni affet! Senin bile hayatta kalmanı garanti edememiştim. Onu sizinle tehlikeye atamazdım. Babanı inandırmak zorundaydım. Önceliğim oydu. Seni ben babandan kurtarmak için bile bile ölüme yolladım.” Kadir zorlanıyor, Nisa anlamıyordu. “Ben anlamıyorum.” diyebildi.
Gözlerini hiç çekmemişti Kadir yeğeninden. “Baban, bana onu senden çalıp öldürmemi istedi. Ona peki, dedim. Oğlunu senden çaldım.” Nisa put gibi bir şekilde gözünü bile kırpmadan bakıyordu. Duyduklarıyla içi talan olmuştu. Anlamakta güçlük çekiyordu ama anlıyordu da. Sadece konduramıyordu. Sertçe yutkundu. “Hayır.” diye mırıldandı.
“Çok üzgünüm Nisa, affet beni.” Sait ayağa fırladı. Kalbine taş oturmuştu. Ama karısından önce algılamıştı. Kendilerini kurtaran bir adamın bir bebeğe kıyabilmesi mümkün değildi.
Ayağa kalkan adama oturduğu yerden baktı. Başını önüne eğdi sonra. Sait beklenti içinde bakıyordu.
“Yaşıyor, yirmi bir yaşında ve İstanbul da. Adı Fatih, soy adı Kırımlı. Ona sizin istediğiniz adı verdim. On sekiz yaşına kadar yetimhane de yaşadı. Her hangi birinin yetim çocuğu olarak. On sekiz yaşına bastığında çıktı yetimhaneden. Onu hep takip etmiştim, o günde ettim. Bir boş anını kollayacak ve güvenini kazanıp yanıma alacaktım. Gizleyecektim. Çünkü onu gören ve Sait’i tanıyan, onun oğlu olduğunu hemen anlardı. Babasının kopyası. Ama bir gece biri benden önce davrandı. Bir kaç serserinin saldırısına uğradığında onu ben değil başka biri sahiplendi. Çok sordum, araştırdım adamın kim olduğunu. Çok düzgün bir adımdı hala da öyle. Ona öyle sahip çıktı ki benim vereceğim hayatın kat be kat fazlasını verdi. İşletme okuyor, yakında mezun olacak. Birden fazla dil öğreniyor, kapıların önüne açıldığı, dürüst biri. Şimdi adamın oteller zincirininde asistanlık yapıyor. Dokunmadım. Benim işime gelmişti ama Fatih’in kurtuluşu olmuştu Karahan Atabey.”
Sait dizleri üzerine çökerken canı çekilmiş gibiydi. Odanın içini Nisa’nın sesi doldurmuştu. Öyle derinden bir çığlıktı ki yürekleri yakan, geçmişe lanet eden. “Oğlum!” diye feryat figan etmişti.
Kadir dayısı Nisa’yı zor da olsa ikna etmişti. Eğer şimdi ortaya çıkıp oğlunun karşısına çıkarsa yıllarca yaptığı her şey boşa gidecekti ve Yakup Şahkıran öğrenecek, bu sefer daha kalabalık olan aileyi yok etmek için elinden geleni ardına koymayacaktı. Tüm aileye Fatih’in resimlerini göstermişti. Sait ve Nisa ağlayarak saatler geçirmişti. Adam oğlunun kendine birebir benzemesine şaşırmamıştı. O onun oğluydu. Ferid, Aybüke ve Ayperi babalarına benzeyen abilerine saatlerce bakmıştı.
Nisa bunca yıldır bekliyordu ama artık dayanamıyordu. Dayısı ‘Sonuna geldim Nisa, az daha sabır’ dedikçe Nisa zıvanadan çıkıyordu.
Masanın üzerinde duran telefonu eline alarak dayısının sadece kendileriyle görüştüğü numaraya dokundu. Uzun uzun çalışlar sonunda Kadir telefonu açtı. Ekranda yüzünü gördüğü adamı net görebilmek için telefonu leptopun üzerine yasladı.
“Ah Nisa sen küçükken de böyle inattın.” diyerek ilk size girdi Kadir.
Dayısının uzamış sakalları ve bıyıklarına bakındı. Tanınmamak için kılık değiştirdiğini biliyordu, önemsemedi. “Ben artık sınıra geldim. Bu, seni son arayışım. Ya şimdi bana Türkiye’ye gidebileceğimi söyleyeceksin. Ya da ben seni dinlemeyeceğim.” dedi.
Kadir bıkkın ve yorgun bir nefes bıraktı. Ekrana döndü. “Tamam.” dediğinde Nisa’nın gözleri parladı.
“Ne!?”
“Şartlarım var! Size ayarlayacağım evden başınızı, ben diyene kadar çıkartmayacaksınız.”
Nisa göz devirdi. “Niye geliyorum o halde? Ben oğlumu görmek istiyorum.”
“Seni oğluna götüreceğim Nisa rahat ol. Benden habersiz tek bir şey yapmayacaksın. Kabul mü?”
“Kabul!”
Telefonu kapatıp odadan koşarak çıktı. Evin içinde gülerek bağırmaya başladı. “Toplanın. Evimize dönüyoruz.”
Uçağın kapısından çıkan Kırımlı ailesi yavaş yavaş mervidenleri indiler. Hepsinin yüzünde bir tebessüm vardı. En çokta Nisa ve Sait mutluydu. Yirmi sekiz yıl sonra evlerine, vatanlarına ve oğullarına geri dönmüşlerdi. Sait karısına elini uzattı. Yıllar önce Nisa o eli nasıl tutmuşsa şimdi de aynı aşkla sıkıca tuttu.
&
Öğlen güneşi tepeye çıkmıştı. Sabahki soğuk kendini tatlı bir güneşe bırakmıştı. Bugün güneş Hare ve Fatih için doğmuştu. Elinde telefonuyla arama yapmaya çalışan Fatih bir türlü başaramıyordu. Dün gece kimseye ulaşamadığı için, Nihat’ı aramış haber vermişti. İçindeki ses ise illaki Karahan’ı aramasını söylüyordu. Telefon sinyal alamıyordu bir türlü.
Arkasından beline dolanan narin ellerin üzerine ellerini bıraktı hemen. Kızın elini dudaklarına götürüp öptü. Kolunu kaldırıp yanına çekti. “Hazır mısın?” Kızı kendine uzak görüyor, dokunma hissiyle yanıp tutuşuyordu. Eğilip alnından öptü.
“Hazırım.” Dünyanın en mutlu kadını olarak, kendini görüyordu Hare. Fatih gibi anlayışlı bir erkeğe sahip olmak her kadına nasip olmuyordu. Elini tutarak, kızı peşinden götürdü.
&
Ertesi gün kalpleri kuş gibi kanat çırpmış hayatlarında ilk defa yaşadıkları olay ile heyecanları bedenlerine dar gelmişti. Çıktıkları binaya dönüp baktılar. Burası, Bolu onların hayatlarını tamamen değiştiren şehir olarak anılarına kazınmıştı hafızalarına.
Hare Fatih’e bakarak elindeki bordo renkli nikah cüzdanını adama doğru salladı. “Tapunu da aldım. Artık benden kurtulamazsın!” Gözlerinin her bir haresi mutluluktan kıvılcım çakıyordu. Gülümsemekten kasılan yüz hatları umrunda bile değildi.
Ellerini erkeksi bir edayla beline yerleştirip Hare’ye gülümsedi. “O tapu çift kişilik karıcığım. Hem o tapu resmi, imam nikahını da sayarsak bence sen benden kurtulamazsın. Hem senden kurtulmayı neden isteyeyim?” diyerek haylaz bakışlarını kızın ince, sade beyaz elbisesinde gezdirdi.
Hoca efendinin, mehir için ne istiyorsun kızım, sorusuna, Hare yeşil gözleriyle çiçek açtırıp bir lira istiyorum, dediğini Fatih ömrü oldukça unutmayacaktı. Fakat hocanın itirazı üzerine olmayacağını öğrendiğinde ne kadar istemesi gerektiğini sormuştu Hare. Hoca da belli bir miktar para veya altın veya mal olabileceğini söylemişti. Hare istememekte kararlı, hoca da alması gerektiğini ısrarla söylemişti.
Fatih arada sessizce fısıldayıp, “Uzatma Hare istediğini söyle,” demişti. Hare göz devirmiş ve hocaya dönmüştü. Hoca efendi kızın mütevazı haline gülümsemiş ve “Kızım ben buraya bir şeyler yazayım, sen çıkışta kocana iade et. Kadının en hayırlılarından biri olursun. Ki mehirini eşine sözlü iade eden kadın hayırlı kadındır.” demişti. Hare de hiç düşünmeden kabul etmişti.
Hare’nin gözleri büyüdü. Yüzündeki gülümseme solmadı. “Ama bu olmadı kocacığım, bel altı oynuyorsun. Eğer öyle oynayacaksak,” Hare gözlerini açlıkla ve arzuyla kocasının bedeninde gezdirdi. “Ben daha şanslıyım.” dedi tek kaşını kaldırıp.
Fatih gözlerini kısıp kızın imali ama kavurucu bakışlarını izledi. Karısının elinden tutup arabaya çekiştirdi. “Bu gece döneceğiz. Gitmeden biraz daha hamak keyfi yapalım diyorum, ne dersin?” hem yürüyen hemde konuşan adamının arkasından sırıttı Hare.
“Ben bilmem, beyim bilir.”
&
Fatih kendi ailesi ile ilgili bilgileri ne zaman öğrenecek acaba. Emeklerine sağlık.