Bazı şeylerin üstesinden gelmek, ya da gelmeye çalışmak zordu. Üzerine gidemediğin sorunun altında kalmak ise, kaçınılmaz sondu. Hare, öteleyip durduğu konunun tam merkezindeydi. Bunu bile bile de kaçmak için her yolu deniyordu.

Başarılı olduğu ise gerçekti ama sadece dışarı yansıyandı bu gerçek.  Eve döndüğünde kocasını gördüğü an son buluyordu. Yorgun bakışları Fatih’in aradığını bulan bakışlarıyla kesiştiğinde iyice yoruluyor ve kaçacak delik arıyordu. Aklına hala sığdıramadığı konular ruhunun demini alıyor ve çürütmeye mahkum ediyordu.

Duru abla…

Nil kardeşi…

Ruken kardeşi…

Karahan abisi…

Turgut Kara babası…

Öfkesi… Annesine olan öfkesi her an nefrete dönüşüyordu. Elinde ona ulaşmak için tek bir telefon numarası bile yoktu. Onu bulup ona sormak istiyordu.

‘Neden?’

Neden beni başla birinden peydahladın? Neden beni bu acıya mahkum ettin? Neden hayatımın içine ettin? Neden beni sevemedin? Elini alnına götürüp ovaladı. Ne kadar düşünürse düşünsün içinden çıkamıyordu.

Duru onun yengesiydi. Şimdi ona abla mı diyecekti. Sıcak havada bedeninden geçen ürpertiyle kollarını çıplak tenine sardı. Baştan ayağa titremişti.

Merhaba, ben geldim. Yıllar sonra çıka gelen kardeşiniz hadi beni sevin. Bende sizi severim, diyemezdi. Aklına geldikçe içi üşüyordu. Hare ömrünün en soğuk yazını yaşıyordu.

Ali Poyraz’ı çok özlemişti. Günlerdir onu görmüyordu. Üç haftadır görmediğini tahmin etti, son akıl kırıntılarıyla… Bir çocuğun halasıydı. Şimdi dört çocuğun halası… hatta birinin hem teyzesi hem halası. İki koldan da teyzeydi. Aslınaz’ın hala, diye dizlerine yapışması…

Başını iki yana salladı. Ne yaparsa yapsın bu sefer kendinden kaçamıyordu. İçindekilerden arınamıyordu. Bir kaç saniye unutuyor ardından yine aklına üşüşüyordu bildikleri ve bilmedikleri…

Kimseyi affetmek ya da affetmemek gibi bir lüksü yoktu. Annesinden ve Turgut Kara dan başka suçlu yoktu. Babaları, annelerini kendi annesiyle aldatmıştı. Çok utanç vericiydi. En çok Karahan dan ve Duru dan alacağı tepkilerden ötürü kaçıyordu. Buna engel olamıyordu.

Beline dokunan parmaklar hızla karnına dolanıp ince bedeni kendine çekti. Saat gecenin üçüydü. Fatih, yanından kalkıp giden kadının kendini uyuyor sanmasıyla ona kendiyle baş başa kalması için zaman vermişti. Uzun süredir de uzaktan izliyordu. Hare, geniş cam duvarın önünde yarım saattir ayakta bekliyordu. Şehrin hiç sönmeyen ama zerre kadar azalan ışıklarını izlerken zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştı. 

Başını yasladığı bedene ruhunu da teslim etmek istemişti. İçindekiler ona çok ağır geliyordu. “Düşünsene. Bir gün birileri çıkıp geliyor ve biz senin aileniz diyor. Sen ne düşünürdün?”

Tek kolunu karısının göğüs hizasına kaldırıp sardı. “İkimizin tek farkı var. Senin bildiğin bir ailen, benimse tek bir yakınım bile yok. Affedebilirdim.”

“Hic bir şey sormadan mı? Bir kez bile neden demeden mi?”

“Beni bulacak olan ailemin iki seçeneği olurdu. Birincisi çıkar amaçlı. İkincisi pişmanlık. Belki de bırakılma sebebim gerekliydi. Benim olayıma çok fazla anlam yükleriz Hare. Sen benim gibi değilsin.”

“Aklımda tek soru var. Beni yapacak adam mı yoktu da Turgut Kara? Herkesten olabilirdim. Neden onlar?

Fatih bu sorunun cevabını biliyordu. Ama Hare’nin gerçekten bunu duymak istediğinden emin değildi. Daha fazla yıkım yaşaması, olduğundan daha çok kırılmasına neden olacağını düşünüyordu.

“Duymak istediğine emin misin?” dedi karısının nemli saçlarından öperken. Hare ne duyacağını bilmiyordu. Her şey olabilirdi. “Emin değilim.”

“Bu şekilde ne kadar gidebilirsin? İçindekiler seni bitirir. Konuşarak üstesinden gelebiliriz. Onlar seni çok seviyor.”

Hare de onları çok seviyordu. Ama her zaman akraba, arkadaş gibi gördüğü insanlara kardeşim, demek kabullenmek zor geliyordu.  Cesareti yoktu. Ne şekilde yaklaşım sağlayacağını bile bilmiyordu. Onlardan nasıl tavır alacağını da bilmiyordu. Ruhunda ezilen bir kadın vardı. Devrilen yüklerin altında kalan… Yüzünü kocasına çevirdi. Kollarını birleştirip Fatih’in göğsüne sokuldu.

“Korkuyorum. Belki de ilk defa gerçekten korkuyorum.”

&

Ruh nasılsa yüz onu gösterirdi. Kalp kara ise tene vurdurdu. Kalbi gülmeyen birinden yüzünde gülümseme beklenemezdi. Her yerinden tehlike akıyordu. Yürüdüğünde bastığı taşlar bile ondan iğreniyordu. Ama o inatla umursamadan eziyordu, hem insanları hem de dünya üzerinde ne varsa…

Yaşına göre dinç görünüyordu. Kalbi paslıydı. Bedeni zamana meydan okuyandı. Hayatı boyunca yapmadığı kötülük kalmamıştı. Ama hala hayatta ve sağlıklıydı. Evinin her köşesinde adamlar, hizmetli genç kadınlar vardı. Gelini Nihan, oğlu Ahmet ve iki torunu ile birlikte yaşıyordu Yakup Sahkıran. Kısa süre önce iki torunu da kendi evlerine çıkmıştı. Bundan hiç ama hiç haz etmemiş ama çokta umrunda olmamıştı. Kız çocuklarından nefret ediyordu.

Ne gelinine ne de torunlarına sevgi besleyen biri elbette olmamıştı. Çünkü iki torunu da kızdı. Oğlu istiyor diye sesini çıkartamamıştı Nihan ile evlenmesine. Çünkü oğlu herkesten daha kıymetliydi.

Ahmet Şahkıran ne istediyse yapmakta da yaşamakta da özgürdü. Çünkü o soyunu devam ettirecek tek kişiydi. Kız çocuklarının onun için zerre kadar değeri yoktu, olmamıştı da. Eğer olsaydı, vakti zamanında kendi kızını öldürtmezdi.

Evde her daim derin bir sessizlik yaşanırdı. Bazen iki genç kızda şatoyu andıran bu büyük evin aslında bir mezardan farksız olduğunu düşünürdü. Kocasını deli gibi seven Nihan’ın kalbinde bitmek bilmeyen aşkı olmasa Yakup Şahkıran’a bir saniye tahammül etmezdi. Ama kocasını çok seviyor  seviliyor ve gidemiyordu.

Eğer kalbinde aşkıyla da gidecek olsa kayınpederinin kendisini kapıdan adım attığı anda öldüreceğini de bilmiyordu. Hiç bir zaman ne kadar acımasız biri olduğunu bilmedi. Kayınpederi Nihan’a göre iş adamıydı. Oğluna da çok düşkündü. Bu kadarına vakıftı. Kocası da bu konuda aksini iddia etmiyordu. Bu da onun tahminlerini doğru çıkarıyordu.

Nihan kayınpederinin gözüne fazla gözükmüyordu. Kızlarını da mümkün mertebe yanından ayırmıyordu. Büyük kızı Ekin, küçük kızı Meriç dedelerinden pek hoşlanmıyordu. Ton ton sevimli biri olmamıştı. Kendilerine yaklaşmayan adama onlarda uzak durmuştu. 

Ekin beş yıl önce mezun olduğu hukuk fakültesinin ardından staj yapmaya başlamıştı. Dedesi hariç hayat güzeldi. Lakin stajını dedesinin şirketinde yapmıyor olmasaydı. Babasının zoruyla kabul etmişti. Ve yine babasının zoruyla Şahkıran’lar bünyesinde çalışıyordu.

Meriç de ablası gibi hukuk tercih etmişti ama onun hayali savcı olmaktı… Kız kardeşlerden Ekin, annesi gibi esmer, kara gözlü beyaz tenliydi. Çekici yüz hatlarının yanı sıra bakışlarıyla benden uzak dur mesajı verirdi. Soğuk bakışlar taşıyor olması öyle olduğunu göstermiyordu. Ama etrafındaki herkes ona seviyeli yaklaşırdı.

Meriç, evin küçük kızı ve ablasına göre fazlasıyla güler yüzlü aynı zamanda da görünüş olarak zıttı. Babasının deyimiyle halası Nisa’nın minyatürü gibiydi. Ela gözler ve sarı saçlarıyla Ekin ile birbirlerinden tamamen farklı bir görüntüye sahiptiler.

İki kız kardeşte babalarının yanlarından ayrılarak kendi evlerine çıkmıştı. Kendi ayakları üzerinde duruyorlardı. Babaları engel olmaya kalkmış ama başarılı olamayınca kabullenmişti.

Ahmet Şahkıran! Elli iki yaşında ve iki kız babası. Aşık olduğu bir kadın ve ihtiraslarının önüne geçemediği bir babaya sahip. Kendini bildi bileli babasıyla muhalefetti. Her konuda. En çokta sevdiği kadınla arasında kalmış kişiydi. Ne biri ne diğeri, karısını çok seviyor ama babasına da değer veriyordu. Yasanmış gerçeklerden haberi olmamıştı.

Babası Yakup Şahkıran’ın yaptığı illegal işlerden muaftı. Çünkü hiç birinden haberdar değildi. Koltuğunda koca bir holdingi yönetiyordu, babasıyla birlikte. Bütün imzalar önce kendi daha sonra babası, atıyordu. Pek çok dalda işe sahiplerdi. Taşımacılık, inşaaat, tekstil, denizcilik.

Ahmet, babasının denizden ve karadan kaçırdığı malları bilmiyordu. Kulağına bir kaç söylenti çalınmıştı. Bu konuyu babasıyla konuşmuş ve babası kabul etmemişti. Holdingin her kağıdını, her raporunu incelemiş ama tek bir ize bile denk gelememişti…

Babasının ardından kapıdan çıktı. Aynı yolu takip ederek şoförün açtığı kapıdan bedenini arabaya soktu. Sıcak havanın etkisi arabanın klimasıyla ferahlamıştı. Babasının sağ kolu olan Burhan da şoför yanında yerini almıştı. Şöför kendi yerine geçerek arabayı evin bahçesinden ana yola çıkardı.

Tabletinde işlerini düzene koymaya başlayan oğluna kısa bakış atıp başını dışarı çevirdi Yakup Şahkıran. Annesine benzeyen oğluna baktıkça Leyla’ya beddua ediyordu. Kendisi gibi esmer bir erkek çocuk istemişti oysa. Bebekliği sarı olan oğlu, yıllar içinde kumrala dönmüştü. Ama o gözler aynı annesiydi. Yine de bu oğluna verdiği değeri düşürmüyordu. O, kanından olan tek erkekti.

“Akşam bir davet var. Katılmayı düşünüyor musun?” diyen oğluna dönüp bakmadı. “Al karını git. Beni uğraştırma,” dedi otoriter sesiyle.

Artık karısının adını ona hatırlatmaktan vazgeçmişti. “Peki,” dedi. Elindeki mekanik aletle hala işi bitmemişti.

Araba çok önce evin bulunduğu kırsal alandan çıkmış şehir içinde holdinge yol almaya başlamıştı. Parmakları aracın kapı bölümünde ritim tutuyor aklında ise bir ay önce patlayan sevkiyatı düşünüyordu. Yüzlerce milyon dolar zarar etmişti. Ama aklındaki bu değildi. Nasıl olmuştu da sadece içinden kendi şirketlerine ait ürünler çıkmıştı? Milyonlarca liralık silahlar çıkmamıştı. Yarısına kadar silah yüklü tırdan sadece kuru gıda çıkmıştı. Yüzlerce silah neredeydi. Buhar olup uçmuştu.  Hısımlarıyla ilk defa sözlü tartışmaya girmişti. Yoktu. Oysa tırlar izleniyordu. Durup boşaltılacak olsa anında haberi olurdu.

Bir kaç kez daha ele geçirilen malları olmuştu ama oğlu o zamanlar daha çocuk denecek yaştaydı. Bu gece yapılması gereken başka sevkiyatları vardı. Kendisi evinde huzurla otururken Burhan onun adına her şeyi hallediyordu ama bir Kadir etmiyordu.

Gözleri dışarıyı tarar vaziyette ama aklı her iş ayrıntısını işliyordu. “Arabayı durdur!” diye bağırdı. Adamı Burhan patronuna döndü. Oğlu Ahmet başını kaldırıp babasına baktı. “Ne oldu?”

Şoför dörtlüleri yakarak sağa çekti. Trafik kendi halinde yavaş yavaş akıyordu. Ahmet babasının kararan yüz ifadesine kaşlarını çattı. Arabanın camını indiren babasının sert çehreyle baktığı yöne başını kaldırıp baktığında bir kova kaynar suyun başından aşağı devrildiğini hissetti Ahmet.

Bedeni alev alev yanmaya gözünün önündeki görüntü onu geçmişe götürmeye başladı. Kumral saçlar, renkli gözler ve o cehre… Gözünü bile kırpamıyordu. Görüntü bir an kaybolur zannediyordu. Yanlış görme ihtimaline tutulmak istemiyordu ama görüntü gerçekle eşleşmiyordu.

“Fark ettin mi?” diyen katı sesle gözlerini  kırptı. Dili kurumuştu. Yutkundu. “Evet, çok benziyor,” diyebildi.

Yakup, yıllar öncesi bir görüntü geçirdi zihninden. Tıpa tıp benzeyen biri olabilir miydi? Olmamalıydı. Olamazdı. O adam ve kızı ölmüştü. O bebekte ölmüştü. Kadir’in ona ihanet etmesi bir an bile aklından geçmedi. Yıllarca dibinde yaşamış ve tek bir hata bile yapmayan adamından bunu beklemiyordu.

Söz konusu kendisiydi ama Kadir de başka bir zalimdi. Tek bir kez bile acıma görmemişti gözlerinde. Kimseye güvenmeyen biriydi ama Kadir’e değildi.

Camı kapattı. “Sür. Kim olduğunu bulun!” Dedi.

Ahmet arkasına yaslanıp tabletine geri döndü ama aklı dağılmıştı. Öylece bakıyordu. Sait’e bu kadar benzeyen biri nasıl olurdu. Bir akrabası olması kesindi. Anlam  verememişti. Devasa büyüklükteki bilbord da gördükleri yüz onlara çok tanıdıktı.

“Akrabası olabilir,” dedi babasına bakmadan.

“Tek bir akrabası bile yoktu. Mümkün değil.”

“O halde öylesine biri. Takdir-i Allah, benziyor olabilir.”

“Umarım öyledir,” diyen babasına kaşları çatık döndü Ahmet. Oysa Ahmet tam tersini tercih ederdi. Kardeşini anmadığı bir günü bile olmamıştı. Ne çok isterdi o sarı saçlarını okşamak ela gözlere gülümsemek.

“Anlamadım.”

“İşine bak Ahmet!” diyen tok ses başını yine cam tarafına çevirdi. Ahmet babasının bu hallerinden nefret ediyordu. Ama o sert duvarı bir türlü ezip geçemiyordu. Dişlerini sıkarak önüne döndü. Ve içinden duaya başladı. ‘Umarım düşündüğüm olandır.’ diye dua edip sekreterine e posta yolladı. Babası kadar o da merak etmişti.

&

Uykusuz gözlerini kapatmak ve canlı görünmesini sağlamak adına kapatıcıyı iyice yedirdikten sonra kalemini kullandı. Başarılı olduğunu kanaat getirince eşyalarını toplayıp düzeni sağladı. At kuyruğu yaptığı saçlarıyla yüzü ortaya çıkmıştı.

Kocasına inat etek giymişti. Fatih sırıtarak, “Onu giyebileceğini pek sanmıyorum.” Dedikten sonra bacağına bakmasını işaret ettiğinde gözleri kısılmış ve giyinme odasına geçerken yumru yaptığı eliyle adamın omzuna vurmuştu. “Geçecek nasıl olsa,” dediğinde hazır cevap adamı gecikmemişti. “Yenisini yaparız.”

Aşağıda bekleyen kocasına gitmesini, her sabah kendini beklemek zorunda olmadığını söylediği halde inatla bekleyen adamı daha fazla bekletmemek için alt kata indi.

“Hazırım.”

Salonda bekleyen misafirini gördüğünde olduğu yere çakıldı. Rüzgâr’la göz göze gelince ağlama isteği ağır bastı. Yirmi yedi yıldır tek anne babanın çocukları olduklarını düşünerek geçirmişlerdi, Hare gerçeği elbette biliyordu ama kendini yalana ciddi ciddi inandırmıştı. Hare Asilkan olmaktan mutluydu.

“Abi,” diye mırıldandı.

Rüzgâr’ın yitik hali gözlerinden okunuyordu. Kısa zaman önce Rüzgâr denince akla gelen tek şey, serseri haliydi. O gözlerin bir an bile hüzünlenmediğine Hare bizzat şahitti. Ama şimdi gözlerinde keder vardı. Pişmanlık vardı. Özlem vardı. En çokta korku…

“Kulağını çekmeye geldim Hare. Tam on iki gündür seni görmüyorum,” diyerek işi şakaya vurdu Rüzgâr.

Fatih karısının yanına gelip başına hızla bir öpücük bıraktı. “Akşama görüşürüz, canım. Ben çıkıyorum ihtiyacın olursa ara,” konuşarak kapıya ulaştı. Hare başını çevirip Fatih’e baktığında ondan sessiz cevap bekledi. Kal, gitme derse kalırdı. Ama Hare başını usulca salladı. Fatih’te gönül rahatlığıyla evden çıktı.

Söylenecek ne vardı, Rüzgâr bilmiyordu. Demek istediği çok az kelime vardı aslında. ‘Sen benim kardeşimsin, seni çok seviyorum.’ dan ibaret olan bir kaç cümle…

Ağır adımlarla salonun orta yerine ulaşıp abisinin önünde durdu. Tek kelime etmeden birbirlerinin göz bebeklerinde oyalandılar. “Çok üzgünüm, bu şekilde öğrenmeni istemezdim. Bizim yüzümüzden kriz geçirdin.” Rüzgâr’ın ilk kelimesi Hare’nin yüreğini acıtmıştı. “Benim kadar olamazsın,” diyebildi abisinin sinesine sokulurken.

Rüzgâr merhametle sardığı kardeşinin saçlarından öptü. Anneleri bile bir olmasa bu kızı yine de severdi. Kandan değildi bazen, candandı sevgiler…

“Tahmin etmeye çalışıyorum. Hüznünü paylaşmak istiyorum. Yine de senin kadar üzgün olamam, kardeşim.”

Hare abisine daha sıkı sarıldı. Kardeşti o. Her türlü onun da kanıydı, canıydı. “Abi seni çok seviyorum.” Pürüzlü çıkan sesi Rüzgar’ın üzüntüsünü ikiye katladı. “Abin de seni çok seviyor, elimde olan bir şey olsaydı, bunu sana asla yaşatmazdım. Ama olmuşa çarenin bulunmadığını en iyi ben biliyorum.”

Başını ve bedenini abisinden çeken Hare, karşısındaki adama baktı. “Abi ben biliyordum,” dedi.

Kardeşinin gözlerinde kısa bir arayış yapan Rüzgâr, “Neyi?” Diye sormak zorunda kaldı. Eli saçlarına giti sıkıca bağladığı saçlarını düzeltti. “Babamın başka biri olduğunu, ama o aileye dahil olduğumu bilmiyordum.”

Rüzgâr’ın kaşları havaya kalktığında ardı ardına gelecek sorular için Hare koltuğa oturdu. Rüzgâr da şoktan çıkarak kardeşinin yanına oturup ondan tüm bildiklerini öğrenemeye başladı.

Hare’nin söyleyecekleri bittiğinde Rüzgâr’ın dişleri de sıkmaktan kırılmak üzereydi. Onu ne kadar yalnız bıraktığını bir kez daha anlamıştı. Asıl kızğınlığı kendineydi. Ve hiç geçmiyordu.

“Beni affet. Seni çok yalnız bıraktım. Kendimi çekip çıkarırken seni o cehennemde bir başına bıraktım. Her zaman iyisin sandım. Aptalın tekiyim, bilmeliydim. Derya pek çok kişinin hayatını berbat etti ama en çok sana zarar verdi ve ben bunu göremedim.” Ellerini önünde birleştirip başını yere eğdi Rüzgâr. Pişmanlık… Rüzgâr’ın amansız düşmanıydı. Ölüm gibi ensesinde geziyordu.

Abisinin ellerinin üzerine elini bıraktı. “Artık bir önemi yok. Herkes kendi kaderini yaşıyor. Yaşadık. Yaşayacağız. Sende yalnızdın. Bana nasıl sahip çıkacaktın?” Başını iki yana sallayan abisinin çaresizliğine yandı. Elinin altındaki eli sıktı. “Abi ben seni gerçekten çok seviyorum. Annemin yaptığı en iyi şey önce seni doğurması, arkamda olduğunu her zaman hissettim. Varlığın yetiyordu.”

“Ben seni teselliye gelmiştim. Sen beni teselli ediyorsun,” dedi Rüzgâr.

“Ne fark eder kardeşler arasında tesellinin lafı mı olur?” Diyerek gülümsedi. Rüzgâr’ı da güldürmeyi başarmıştı.

“Abi, annem nerede?”

Rüzgâr nerede olduğunu biliyordu ama bunu Hare’ye söylemeyecekti. “Ne işimize yararki bilmek? Bize acıdan başka ne verdi?”

“Onu görmek istiyorum. Sormak istiyorum. Bağırmak söylenmek…. Bir kez olsun hesap sormak istiyorum. Artık daha öncesine göre biri değilim. Başa çıkabilirim. Onunla baş edebilirim.”

Başını önüne eğdi. Karahan’ın aklın da ne vardı bilmiyordu. Ama onun önüne geçmeyecekti. Eğer annesiyle Hare karşı karşıya gelirse yıkılan yine Hare olacaktı. Derya denen kadın, tüm duyguları alınmış biriydi. Kızına merhamet etmezdi.

“Boşver Hare! Unut onu. Gerçek istiyorsan ben de dahil sana bir çok kişi anlatabilir. Onunla yüz yüze gelmek sana iyi gelmeyecek. Hiç birimize iyi gelmeyecek. O bizi umursuyor olsaydı eğer aylar önce iletişime geçerdi. Ama biz umrunda bile değiliz. O, ülkelerden birinde hayatını yaşıyor.”

Abisinin haklı olduğunu biliyordu. Derya kendini düşünen bencil biriydi. Hiç bir zaman karşısındakini düşünen biri olmamıştı. Şimdi kızına üzülecek hiç değildi. “Haklısın ama bir kez bile olsa görmek yada konuşmak istiyorum.”

“Tam olarak nerede olduğunu bilen tek kişi Karahan,” Rüzgâr burada durdu ve ardına ekleyeceği sıfata dilini hazırladı. “Abin!”

Hare’nin vücudundan bir ürperti geçti. Elleriyle çıplak kollarını sıvazladı. Zihni bir an doldu ve boşaldı. Başka birinin kardeşi olmaktan her zaman korkmuştu. Ve şimdi korkuları önünde sere serpeydi…

Kardeşinin değişen yüz hatlarını dikkatle tarttı. Kol dirseğinden tutup göğsüne yasladı. “Buna alışmak zorundasın. O, aile bağları kuvvetli bir aile. Hiç zannetme Karahan seni kendi haline bırakır. Şuan sadece kendine gelmeni, bir köşede sessizce bekliyor. Bu süre dolduğunda seni bağırlarına basacak dört tane daha kardeşin olacak. Ve de bir baban!”

Hare’nin kollarında titremesi ve döktüğü bir kaç damla yaşı hissediyordu. Onun da içi acıyordu. Çare yoktu. Huzur bulmak için ya buralardan çekip gidecekti. Ya da kalıp kabullenecekti. “Kocan Karahan’ın manevi oğlu, kardeşi… Fatih’e çok düşkün. Onun yaptığını her kes yapamaz. Kim, kim olduğu bilinmeyen  birine sadece güveniyor diye şirketinde hisseler verir. Onu bu günlere getirir. Onlar o kadar sevgi dolular ki kan, can fark etmiyor. Sadece Fatih için bile buna mecbursun. Ayrıca onlar seni seviyor. Duyduklarında dillerinden dökülen her kelime, yılların sensiz geçtiği, olmuştu. Böyle bir aileye sahibiz Hare. Sen de, ben de. Bence biz çok şanslıyız. Bizimki gibi değiller. Anneleri onlara sevgiden başka hiç bir şey bırakmamış. Bizimse sevgiden başka her şeyimiz vardı. Onlarla aramızdaki uçurum fark bu. Ben sevmeyi, sevilmeyi Duru dan öğrendim. Hâlâ vakit var. Sende bende devamlı öğreneceğiz.”

“Duru’nun yüzüne bakamam,” Hare’nin korkuları bambaşkaydı ama bunu kimse görmüyordu.

“Öyle bir zaman gelir ki beni bile tanımazsın. Kara ailesine bir kez adım atınca kurtuluşun yok. Ölesiye seviyorlar seni. Bu dediğini unutma! Karahan’a benden çok uğrar olursan bozuşuruz.”

Hare elini abisinden çekip işaret parmağını göğsüne bastırdı. Kaşlarını kaldırıp abisine baktı. “Ben mi, daha neler?”

Rüzgâr’ın tek kaşı havaya kalktı. “Sen ya…”

İki kardeş içinde, geçmişin tozlu sayfaları bu kadar net dökülmemişti. Şimdi daha net ve biraz olsun huzurluydular. Gelecek ne getirecek  bilmiyorlardı. Bilselerdi bu günde kalmak için her şeylerini feda ederlerdi.

&

Abisiyle konuştuktan sonra kendini daha iyi hissetmişti. Makyajını tekrardan yaparak evden resmen kendini dışarı atmıştı. Kendini kötü hissettiği anlarda kanında dolaşan zehir aktif hale geliyordu. Hare’yi içine çekmek için fırsat arıyordu. Kararı netti ama alışılmış şeyler zihnini zorluyordu. Hele ki yanında Fatih yoksa… Evden çıkmadan önce aradığında iyi olduğunu söylemişti. Her yarım saatte bir arayan adamı telaşa sokmak istememişti.

Aracının kapısını açıp derin bir soluk alarak bindi. Klimayı dördüncü kademeye alıp daralan nefesini tazeledi. Frene basıp anahtarını taktı ama çeviremeden telefonunun sesini duydu.

Yan koltuğa bıraktığı çantasından alıp baktığında ekranda gördüğü kayıt etmediği ama ezbere bildiği numarayla kalbi ağzında atmaya başladı. Bunu tamamen unutmuştu. Hatırlasa bile aramazdı. Ama adamın varlığı extazi ile hayatından çıkmıştı.

Açıp açmamak arasında kaldı. Açmanın bir daha o şeylerden istemediğini söylemek için butonu kaydırdı.

“Hayırdır güzelim, arayıp sormuyorsun?” diyen iğrenç sese kulaklarını tıkamak istemişti. Yüzünü buruşturup konuşmaya devam etti.

“Kes sesini. Ne diye arıyorsun beni?”

Sert çıkışı umursamayan Artuk, gevşek gevşek sırıttı. Üstü başı dağınık, göz çukurları uyuşturucudan şişmiş ve kararmıştı. Hem içici hem satıcıydı. Hare gibi onlarca yağlı kapısı vardı. Birini bile kaybetmek istemezdi. O yüzden onu aramayanı o bizzat rahatsız ederdi. “Sert kadın. Seni gazetelerde gördüm. Meşhur olmuşsun.”

“Sana ne? Niye aradın beni?”

“Sebebi çok açık değil mi tatlım? Uzun zamandır aramıyorsun beni,” dudaklarını büküp Hare kendisini görüyormuş gibi kedere büründü. “Dedim ben arayayım. Belki mala ihtiyacı vardır.”

“Bir daha beni arama! Almıyorum artık.” Hare korkuyla karışık öfkeden delirme raddesine gelmişti. Bunun bu kadar zor olacağını düşünmemişti. Ama adamla konuşmak onu ziyadesiyle geriyordu.

Artuk duyduğu sözlerle yılışık haline son verdi. Sesi kalınlaştı. Gözleri öfkeyle kısıldı. “Ne demek lan almıyorum. Alacaksın. İster iç ister sıç alacaksın!” diye bağırdı.

“Beni arama bir daha yoksa polise giderim. Almayacağım. Rahat bırak beni.” Diyerek telefonu Artuk’un suratına kapattı. Telefonu yan koltuğa fırlattı. Elleri titremeye başlamıştı yine. İki eliyle direksiyonu sıkıca kavradı. Başını arkaya attı. Derin soluklar almaya başladı. Telefon tekrar çalmaya başladığında sesini kısmak için bile eline alamadı.

Bir kaç dakika sonra telefon susmuştu. Aldığı nefesler ise yaramış kendini daha iyi hissetmişti. Şimdi ihtiyacı olan tek şey kocasıydı ve kahretsin ki otele gidemiyordu. Onu görmesi ve ona anlatması gerekiyordu. Saat öğlene yaklaşıyordu. Belki dışarda buluşabilirlerdi. Aklına yatan fikirle arabasını çalıştırıp yola çıktı.

“Seni dinliyorum,” diyen Karahan Fatih’in karşısına oturdu. Her gün rapor almaktan hiç sıkılmıyordu. Sıkılacak gibi de değildi.

“Konuştun mu?”

Elindeki kalemi evirip çevirdi ve masaya bıraktı. “Sadece onun istediği kadar. Fazla konuşmuyor. Onu zorlamıyorum. İstediği zaman istediği kadar anlatıyor.”

“Güzel. Peki ne dedi?”

“Kayda değer pek bir şey yok. Ama hisleri yumuşama göstermeye başladı. Kırılma noktası yakındır. Ben evden çıkarken Rüzgâr abi geldi. Onları yalnız bıraktım. Ve ne konuştuklarını bilmiyorum. Hare ile konuştum telefonda, sadece iyiyim dedi.”

Elini saçlarına daldırdı Karahan. Başını kaldırıp Fatih’e baktı. “Aslı’ya mı müracaat etsek? Aklıma hiç bir şey gelmiyor.”

“Acele etme. İçinden çıkamayacağımız bir durum değil, en azından şimdilik. Gerekirse Aslı abla bizi bulur. Burnu iyi koku alır bilirsin.” dedi gülümseyerek.

“Biliyorum da, yerimde duramıyorum.”

“Halledeceğiz merak etme.”

Ayağa kalkan Karahan ellerini cebine soktu. “İnşAllah,” diyerek odanın kapısına yürüdü. O çıkmadan Fatih’in telefonu çalınca hemen açtı Fatih. Arayan Hare ise ilk çalışta açıyordu. Karahan dan hala biraz çekiniyordu ve kelimelerini ona göre seçti.

“Hare?” demesiyle Karahan’ın eli kapıda kaldı. Geri dönüp Fatih’e baktı.

“Fatih ben sana geliyorum. Beş dakikaya otoparkta olur musun? Otele girmek istemiyorum. Konuşmamız gerekiyor.” Göz kapaklarını kaldırıp Karahan’a baktığında pür dikkat kendisini izlediğini gördü. Hare’nin gergin ses tonu da ayrıca hoşuna gitmemişti. Abi kardeş ateş hattında kalmıştı.

“Tamam. Birlikte yemek yeriz.”

“Yemeğe kalamam, şirkete geçemedim.”

“Tamam.” diyerek telefonu kapattı. Koltuğundan kalktı. Karahan’ın soru dolu bakışlarının karşısına dikildi. “Buraya yakınmış. Beni bekliyor, çıkayım, dönerim.”

Göz devirdi Karahan. Kardeş onundu ama bu adamın da karısıydı. “Bizim yüzümüze bakmıyor ama sana serbest. Ulan ben bilseydim sizi yollar mıydım? Ah Fatih çok uyanıksın çok,” diye çıkışan Karahan’a saklamaya çalıştığı gülüşüyle bakıyordu.

“Abi sen benden mi kıskanıyorsun Hare’yi? Benden kocasından?”

“Ne olmuş, beğenemedin mi? Ucuza gitti kız. Daha çekeceğin olacaktı. Sürünecektin.”

“Ruken’e sakla. Hâlâ şansın var.”

“Bak bu konuda haklısın işte,” diyerek kapıyı açtı Karahan. Merve elinde dosyalarla diplerinde belirdi. “Fatih bey  imza almalıyım.” diyerek Fatih’in çıkmasına engel oldu.

Kapalı otoparka aracını sokmuş çıkışa en yakın yere park etmişti. Dışarı çıkmak yerine karanlık ortamda serin klima eşliğinde kocasını bekliyordu. Aklı iyice yerine gelmişti. Daha sakindi. Fatih’i görse daha iyi gelecekti.

Fatih bir an olsun aklından çıkmıyordu. Çıksa bile aklındaki her düşünce yine Fatih’e çıkıyor kızı bilmeden kendine esir ediyordu. Başını yasladığı koltuğuna iyice gömüldü. Kollarını göğsünde bağladı.

Kocasının ona her dokunduğunda vücudunun verdiği tepkileri düşündü. Dünya üzerinde hiç bir canlıdan alamadığı titreşimleri Fatih’ten alıyordu. Çok yer gezmiş ve görmüştü. Yüzlerce çeşit insan tanımıştı. Çok yakışıklı erkekler görmüştü gözleri. Ama hiç biri Fatih’ten alabildiği etkiyi vermemişti. İlk zamanlarında her bulduğu yerde kendini sıkıştıran adama neden engel olamadığını şimdi anlıyordu. Aralarında gizli bir çekim her zaman vardı.

Fatih’te kendi için gizli saklı kendine atılan oklar vardı. Hare bu oklara gönüllü hedef olmuştu, oluyordu. Adamın teninde dolaşan ellerine açtı. Ona engel olmak gibi bir gayesi yoktu. Çünkü en az istendiği adam kadar da istiyordu. Kalbinin üzerine konan kelebek pır pır edince karnında kıpırtı hissetti.

Fatih olmadığı yerde bile kendisine iyi gelebilen tek erkekti. Ruhuna yayılan rahatlamayla yüzünde tatminkar gülüşünü kendine hediye etti. Umuyordu ki Fatih ondan hiç sıkılmasın. Hep yanında olsun. Bir adım uzağa gitmesin.

Karşı bloka park edilen arabanın sesiyle başını kaldırdı. Fatih’i düşünürken biraz zaman geçmişti ama Hare fark etmemişti. Kolundaki saate baktığında on dakikadır beklediğini gördü. Başını kaldırıpta karşıya baktığında gözleri kısıldı. Dişleri birbirine girdi. Cansu…

“Seni çakal kadın,” diye tısladı dişleri arasından.

Uzun saçlarını savuran mini eteğini biraz daha yukarı çekip göğüslerini dikleştiren kadını öfkeyle izledi. Elindeki büyük zarf, buraya neden geldiğini ve kime geldiği çok belli ediyordu. Cansu arkasını dönerek uzun topukları üzerinde asansöre doğru yürüyordu.

Asansöre binip kapı kapanınca Hare arabadan indi. Kapısını serçe kapatıp diğer asansöre koştu. Gözden kaybedemezdi. Nereye gittiğini biliyordu ama onu yakaladığında bütün silikonlarını tek tek patlatma sözü veriyordu kendine.

Otel de göreceği kişiler çoktan aklından çıkmıştı. Şuan için kocası daha önemliydi. Asansör içinde, ayağını tabana ritmik şekilde vuruyordu.

Kapı açılınca başını dışarı uzatıp lobiye göz attı. Asansör bekleyen insanlar ona garip bakışlar atmıştı ama o görmüyordu. Kimsenin ortalarda olmadığını görünce bedenini çıkardı. Adımlarını patronların bölümü olan sağ tarafa çevirdi. Bir kaç kapıdan korkarak girdi. Son cam kapıyıda açınca Merve ile burun buruna geldi.

Patronunun karısı olduğunu bilen Merve önce şaşkın ama hemen ardından gülen gözleriyle kızı karşıladı. “Hoş geldiniz efendim.”

Hare araştırmacı gözlerini etrafta dolandırdı. Karahan ve Nazlı yoktu. Merve’ye döndü. “Fatih nerede?”

“Odasında efendim. Bir misafiri var.”

“Kim?” diyerek kıstığı gözlerden Merve korkmuştu.

“Şey… Fatih bey tam çıkıyordu ama bir bayan geldi. Bir kaç dakikalığına kabuk etti. Kim olduğunu bilmiyorum.” dedi Merve azalan sesiyle.

“Yedim seni Cansu,” diyerek Merve’nin yanından hızla geçip Fatih’in odasına doğru yine hızlı adımlarıyla yürüdü. Merve ne olduğunu bilmiyordu ama ne olacağını da bilecek kadar zeki biriydi. Hare’nin ardından, ehvahlar olsun bakışı atıp ptroniçesini takip etmek için koştu.

Cansu tam da çıkmak üzere iken gelmiş ve bir kaç dakika istemişti. Fatih acelesi olduğunu söylediği halde ısrar edince birde üzerine işle ilgili firmamızın sana ayrı bir telifi var, sözleri üzerine kısaca istemediğini söyleyecekti. Karısı zaten aşağıda bekliyordu. Zamanını Cansu ile geçirmek asla isteyeceği bir şey değildi.

Cansu bacak bacak üzerine atıp Fatih’e zaten görünen yerlerini çekici kılmak istemişti. Fatih bir an önce gitmesini beklediğinden lafa girdi.

“Cansu hanım, acil çıkmalıyım, eşim beni bekliyor. Hiç bir teklifinizle ilgilenmiyorum. Ben bir kereye mahsus yaptım. Bir daha da ne Hare ne de ben manken olmayacağız.”

Cansu, eşim dediği yerde kalmıştı. Gerisini hayal meyal hatırlıyordu. “Eşim mi? Evlendin mi? Kiminle?” diyerek bilinç altı soruları dışarı yansıttı. Hemen ardından da ne yaptığını fark edip yerinde kıpırdadı.

“Hare ile on beş gün önce evlendik. Düğünümüze çağıracağız. Başka sorunuz yoksa benim çıkmam gerekiyor.” diyerek ayağa kalktı Fatih.

Cansu için evli bekar fark etmiyordu. O istediği erkeği almaya fazlasıyla alışıktı. Çok değildi istediği ona göre. Bir tutam Fatih’ten başka. Kucağındaki zarfı kalkarken masaya bıraktı. Fatih’in karşısında dikildi. Kadınlığını kullanmayı iyi bilen bir kadındı ama Fatih erkekliğini takmayan biriydi. Cansu bunu bilmiyordu. “Fotoğrafları getirip seni görmek istemiştim.”

Adama yaklaştı yarım metre kadar. Fatih gözlerini devirdi. Arsız kadınlar da çok itici oluyordu. Kendini nasıl çekici bulabiliyordu. “Benim için fark etmez evli veya değil,” dediğinde elini Fatih’e uzatacağı anda Fatih geri çekildi ve Hare odanın kapısını açtı. Kapı duvara öyle sert vurmuştu ki Cansu yerinden sıçramıştı.

Fatih gözlerini dehşetle açmış karısına bakıyordu. Kesin Cansu’yu girerken görmüştü. Ve o orman yeşili gözleri, ormanda yangın çıkmış misali alev saçıyordu.

“Gel buraya, sen yettin artık.” demesiyle Cansu’nun üzerine atladı. Kadının uzun gür saçlarından yakaladığı gibi aşağı çekince Cansu’nun çenesi havaya kalktı. “Bırak!” diye bağırdı Cansu. Kendini korumak için hamle yaptı. Ama Hare de ki deli gücüydü.

“Senin kocamın yanında ne işin var? Memelerini patlatayım mı  ha?” diyerek kızı tekli koltuğa fırlattı.

“Ay Fatih bey ne bakıyorsunuz, ayırsanıza?” diye cırlayan Merve’ye güldü Fatih. “Gerek yok,” dedi.

Cansu bunu hak etmişti. Evli bir adama yaklaşımı yanlış olan bu kadın daha pek çok şeyi hak ediyordu. Yuvalar bu şekilde yıkılıyordu. Herkeste tam bir irade yoktu ve kanmak çok kolay olabiliyordu.

Hare vakit kaybetmeden Cansu’nun üzerine çullanıp pataklamaya başladı. Cansu elleriyle kendini korumak istiyordu ama saçları tüm yüzünü kapatmıştı. “Seni bir daha kocamın etrafında görürsem Cansu, seni doğduğuna bin pişman ederim,” diyerek kadının üzerine tekrar çullandı.

Karahan ve Nazlı yükselen sesleri odalarından duyunca aynı anda kapılarını açmış ve burun buruna gelmişti. İkisi de birbirine ne oluyor anlamında bakış atıp yan odadan gelen çığlık sesleriyle ok misali fırlamışlardı. Karı koca kapıda durmuş, Hare’nin tanımadıkları kadının üstünde onu parçalarken görünce şok geçirip kalmışlardı. “Ay Karahan bey siz ayırın bari Fatih bey gülüyor.” Merve’nin sesiyle kendine geldi Karahan. Fatih’e baktığında öylece duruyor olmasına şaşırmıştı.

“Karam, Allah cezamı kaldırsın ki Kara kadını. Erkeğini yedirtmiyor,” dedi Nazlı tek kaşını kaldırıp. Karahan karısına büyüyen gözlerle baktı. “Nereden anladım yedirtmedigini?” diye sordu.

“Başka türlüsü söz konusu değil. Ayır şunları öldürecek kadını!” Komutu alan Karahan büyük   hızlı iki adımda yetişip Kardeşinin belinden tutup geri çekti. Hare’nin elleri havada avını kaybetmenin acısıyla debelendi. “Dur be kızım.”

Öfkeden gözü dönen Hare kendisini tutanın Karahan olduğunu idrak etmiş ama olaylarından o kadar sapmıştıki, “Bırak, gebertecegim bu silikon vadisini.”

“Allah’ım biri akıllı olsun biri…”  diye inledi Karahan.

Cansu iyice acılan eteğini çekiştirip ayağa kalktı. “Ay kudurmuş mu ne?” diyerek saçlarını eliyle düzeltmeye çalıştı.

“Sen bir daha buralarda dolan bak ben seni nasıl kudurtacağım,” diye bağırdı Hare.

Cansu derin serin nefesler alarak kendine çeki düzen verdi. Hare’ye baktı. “Manyak mısın nesin? Kocan bana yakmış abayı. Kocasıymış,” diyerek yan gözle baktı Hare’ye. Hare dişlerini sıkarak inledi. “Öldüreceğim seni!” Cansu’nun üzerine doğru bir kez daha var gücüyle uçmak istedi ama Karahan tarafından sıkıca tutuluyordu.

Kollarını göğsünde bağlayan Fatih tek kaşını havaya kaldırdı. “Ben mi yakmışım sana abayı?” 

Cansu öfkeli gözlerini Fatih’e çevirdi. “Karın var diye yalan söyleme, az önce randevu istiyordun.” Yalan onun için çok basitti. Ardından kimin ne olacağı da umrunda değildi.

“Seni adi yalancı kadın,” tekrar yerinden sıçradı Hare. Karahan onu tutmaktan vazgeçmeyi bir an düşündü ama karşısındaki kadına acıdı.

“Abi bırak beni,” diye tekrar bağırdı, çırpındı. Ama Karahan bırakmadı.

Abi… Abi… Abi… Abilik! Hare’nin adsız abi demesi… Karahan kas katı kesildi. Yüreği yeni bir heyecana yolculuğa çıkmıştı. Hare’nin  abisi Karahan.

“Abin sana kurban olsun.”

Recommended Articles

1 Comment

  1. Karahan’a abilik çok yakışıyor. Cansu bence de sen eceline susamışsın. Yakup manyağı Fatih’e musallat olmasa iyi. Emeklerine sağlık.

Leave a Reply

Your email address will not be published.

error: Content is protected !!