Denize aşık biriydi o, Karadenizli olmasından mı kaynaklanıyor, bilmiyordu ama denizin olmadığı bir şehirde yaşayamayacağını düşünüyordu. Üniversite için gittiği Ankara’da boğulduğunu hissederdi. Her fırsatta kendini evine, kendi şehrine atardı. Neyse ki okulu bitti ve artık buradaydı. Trabzon… Bir tanecik memleketi ve sevimli köyü, Çaykara.

Şehirde evleri olmasına rağmen yılın hemen hemen çoğunu burada, ailesiyle geçiyordu. Annesi Hatice Sultan, babam Mehmet Paşa, ağabeyi Murat ve bu çekirdek ailesine, dedesi Salim, babaannesi Halime ve dahası çok dayılar teyzeler halalar ve aile dostları dahildi. Kalabalık kocaman bir aileydi onlar, mutlu ve büyük bir aile.

Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesini yeni bitirmişti. Ziraat okumasının nedeni çay fabrikalarının olmasıydı. Daha çok çay bahçeleriyle ilgileniyordu, fabrika kısmı ile çok ilgili değildi. Ağabeyi, babası, babasının can dostu ve onun oğlu ilgileniyordu o kısımla çünkü o denizi seviyordu ama yeşile aşıktı.

O gerçekten yeşile aşıktı. Hilâl, Hilal Karaçay Karadeniz’in maviye tutkun yeşile aşık kızı, Hilal.

Ayağında çizmeleri, altında şalvar, başına bağladığı annesinin nadide iğne oyalı yazmasıyla her zamanki yerinde, yani çayların içinde geziniyordu. Ara sıra onları parmaklarının arasına alıp seviyor, onlarla muhabbet ediyordu. Bir tanesini parmaklarının arasına geçirip eğildi, sanki kulağına fısıldar gibi, “Seni seviyorum biliyorsun değil mi?” dedi.

Arkasından gelen sesle irkildi, biri ona, “Mavi,” diyordu.

Hiç dönmeden, bakmadan onu tanıdı. Hilal’e bu dünya üzerinde bir tek kişi mavi diye seslenirdi. Kemal’di bu ama dönemiyordu. Onu görmeyeli uzun zaman olmuştu. Yüzündeki aptal tebessüme engel olamıyordu.

“Mavi?”

Yapacak bir şey yoktu, yavaşça ona doğru döndü. Gülümsüyordu, o da derin bir nefes alıp ona gülümsedi. Aralarında on metre ancak vardı. Sosyal platformlardan onu görüyordu ama şimdi kanlı canlı karşısında ve ona gülümsüyordu. Rüya değildi yine, değil mi? Değildi. Hilal’e doğru geliyordu. Genç kadında ona doğru bir iki adım attı.

Aralarında az bir mesafe kalınca durdular. Birbirlerine bakıyorlardı, işte o gerçekten yeşile aşıktı. Onun tüm Çaykara’nın çaylarını kıskandıran yeşil gözlerine tutkundu. Gülümsemeleri derinleşti her ikisinde.

“Yeşil” dedi. Onunla yalnızken birbirlerine göz renkleriyle hitap ederlerdi. Nedenini bilmiyorlardı. Çocukken tartıştıkları bir gün, Kemâl ona Mavi dedi, Hilal de ona yeşil, Mavi ve Yeşil hitaplar orada, o günden kaldı.

“Hoş geldin, Kemâl.”

Onu o kadar özlemişti ki ona sarılmak istiyordu Hilal. Birbirlerini inceliyorlardı, etraflarına döndüler hemen sonra. Kimseler yoktu. Sarılsa? Cesarette edemiyordu, ne tepki alacağını da bilmiyordu. Bu düşünceden, “Nasılsın?” döküldü dilinden.

“İyiyim Mavi, sen nasılsın uzun zaman oldu seni görmeyeli?”

“İyiyim ben de,” dedi sadece.

“Seni burada gördüğüme nedense hiç şaşırmadım, hiç değişmeyeceksin değil mi?”

Kollarını iki yana açarak gülümsedi. “Ben bu yeşillere aşığım.” Yanlışı tam da burada onun gözlerine bakarak söylerken yaptığını fark etti. Yüzü gerildi o an Kemâl’in de gülümsemesi yüzünde dondu.

Hemen toplamak adına, “Abim de geldi mi Kemâl, onu da çok özledim?” dedi ve ikinci potunu kırmış oldu. Kaşlarını havaya kaldırdı. Bundan nasıl sıyrılırım diye düşünürken o sesi duydu.

“Prensesim?” Sesin geldiği yöne döndü hemen. Ağabeyi tüm yakışıklılığı ile karşısında duruyordu. Koşar adım kendini kollarına bıraktı. Ağabeyinin kollarından çıkıp, geriye çekildi. “Çok özledim seni, neden gelmedin tam dört ay oldu?” Tekrar sarıldı ağabeyine.

“Sende gelebilirdin ama kendini direkt buraya attın,” dedi Murat.

“Neyse bunu hesabını alacağım senden. Beni biliyorsun zaten, burayı seviyorum.”

Arkalarında onları izleyen Kemâl bir an bile aklından çıkmamıştı. Ağabeyi onu kendinden ayırdı ve Kemâl’e döndü. “Ne ara ayrıldın yanımızdan? Bizimkiler seni arıyor aşağıda, Aylin çıkamadı buraya,” dedi Murat.

Bizimkiler ve Aylin! Ne demek istemişti ağabeyi? Kemal’e baktı Hilal. Yüzü ciddi bir hal almıştı genç adamın. “Ben biraz dolaşayım dedim, burada Hilal’e rastladım.”

Beraber konuşarak küçük bir tepecikten aşağı indiler. Biraz ileride üç kişi vardı ve biri kadındı. Çok güzel bir kadındı. Onları görür görmez yanlarına yaklaştı. Hilal’in gözleri kadını esir almıştı. Kadın, gelip Kemal’in yanında ve yakınında durdu. Hayır! Sevgilisiydi, sevgilisi miydi? Hilal’in canı yandı. Kemâl’in yanında yakında daha önce bir kadın görmemişti. Hilal gözlerini kapatıp ağabeyine daha sıkı sarıldı.

“Merhaba,” dedi Aylin, elini uzatıp. Hilal zorla tebessüm ederek sıktı kadının elini. “Hilal, hoş geldiniz,” dedi. Aylin, çok yakın duruyordu Kemâl’e ama Kemâl mesafeyi koruyordu. Hilal ortada dönen bir şey olduğunu sezmişti ama ne olduğu hakkında bir fikri yoktu.

Yine de içinin ezildiğini un ufak olduğunu hissediyordu. Buraya sevgilisiyle gelmiş olamazdı, olmamalıydı, Kemâl’in sevgilisi bile olmamalıydı. Bir başkasını seviyor, asla olmamalıydı. Hilal’in yıllarını severek geçirdiği adam başka birini seviyor, gözüne soka soka kanıtlıyor olmamalıydı. Hayır, ağlamak şu an için olmazdı, gözlerini açarak ağabeyinden ayrıldı.

“Prensesim, seni arkadaşlarımızla tanıştırayım,” dedi Murat.

Kırık bir gülüş ile onlara baktı. Çok da yakışıklı tiplerdi doğrusu, kıyafetleri ile biz buradan değiliz diye bağırıyorlardı genç adamlar. Elini uzatıp sıktı. “Hoş geldiniz,” dedi.

“Taner ve Kerem,” diyerek tanıttı Murat. Taner ve Kerem gülümseyerek Hilal’i kısaca incelediler.

“Kız kardeşime bir metre yaklaştığınızı görürsem beyler, ağzınız ile burnunuz yer değiştirir,” dedi Murat. Şok olmuş gözlerle ağabeyine bakıyordu Hilal. Ne diyordu? Bu şekilde konuştuğuna ilk kez şahit oluyordu genç kadın. Ufak tefek kıskançlıkları olurdu ama böylesini ilk kez görüyordu.

“Murat’la aynı fikirdeyim, bende üstünüze toprak atarım,” dedi Kemâl.

Ömrü hayatında bu kadar şaşırdığını hiç hatırlamıyordu Hilal. Utandığını, yanaklarının ısındığını hissediyordu. Göz ucuyla baktığında Taner ve Kerem’in eğleniyor olduğunu fark etti. Değişik insanlardı, çok değişik.

Taner ellerini havaya kaldırdı. “Tamam, sakin olun arkadaşımızın kardeşi bizimde kardeşimizdir.”

“Evet, öyledir,” dedi Murat.

Hep beraber arabalara doğru yürümeye başladılar. Aylin inatla Kemâl’in yanında yürüyordu. Hilal onlara kaçamak bakışlar atmadan duramıyordu. Bir şeyler vardı ama neydi, bilmiyor bu da canını sıkıyordu. Ağabeyiyle en önden gidiyordu.

“Abi neden öyle söyledin, çok utandım?”

“Sen onları tanımazsın Hilal, o ikisi İstanbul’un önde gelen çapkınlarından. Seni görünce gözleri döndü. Bilmez miyim ben onları, sende çok yaklaşma.”‘

“Sen merak etme abiciğim, ben onların hakkından gelirim,” derken gülümseyerek sokuldu ağabeyine.

Aslında aklı arkada Kemâl ve Aylin de kalmıştı. Dönüp bakamıyordu, sormaya da cesaret edemiyordu. Ağabeyi içini okumuş gibi, “Aylin, Kemâl’in sevgilisi değil ama göründüğü gibi bu Kemâl için geçerli, Aylin pek öyle düşünmüyor.”

“Hiç belli olmuyor, Kemâl’le aralarında bir şey var gibi.” İnanmak istemediği ama öyleymiş gibi canını yakan sözleri esirgemedi ağabeyinden.

“Kemâl onu arkadaşı olarak getirdi, fazlasını arama, lütfen.”

“Öyle diyorsan…” diyebildi ağabeyine.

“Düğün için geldiler, biliyorsun sevgilisi olsa aileyle tanıştırmak için buraya getirmek pek bize uyan şeyler değil.”

“Evet, biraz öyle bir aileyiz. Haklısın getirmezdi.”

“E, düğün hazırlıkları nasıl gidiyor?” diye soran ağabeyine bakıp kahkaha attı. “Bana mı soruyorsun? Evlenen sensin.” Ağabeyi hayatının aşkıyla on beş gün sonra hayatını ölene kadar birleştirecekti.

“Ah Hilal, Nergis’i çok seviyorum ama bu düğün işleri hiç bana göre değil.”

“Abiciğim, Nergis’i seven bu işlere katlanır kız seni bekliyor ne zamandır. Eşya seçmek, senin de beğendiğin olsun diye sabır edip duruyor.”

“Biliyorum, buraya gelmeden önce ona gittim.”

“Bak bak sevdiğini görmeden de duramıyor.”

“Ama bacım iki kere düğün, iki ayrı ev düzmek ne kadar zor bilsen ve evet duramıyorum. Düğünden sonra onu yanımdan ayırmayı düşünmüyorum.”

Murat’ın aşkına hayran kalmamak mümkün değildi. Kendini bildi bileli Nergis’e aşıktı. Ne etti var etti kızı da kendine aşık etmişti. Kemâl’le bir sonu olduğunu düşünmek her geçen gün hayal gibi geliyordu ona ama arkadaşı için çok mutluydu. Evlenmek için evlenmek istemiyordu Hilal, mutlu olabileceği birini bulana kadar da bekleyecekti çünkü Kemâl’den tek bir etkileşim bile almamıştı, alamıyordu ve alamayacak gibiydi.

Nergis, Kemâl’in kız kardeşi, Hilal’in de can dostu, ev arkadaşıydı. Ankara’da beraber okumuşlardı ama Nergis arkadaşının Kemâl’e, yani abisine olan tutkusunu bilmiyordu ya da sormak istemiyor, üzerine uğramıyordu. Kemâl’in ve Hilal’in ailesi bir asra yakındır dosttular ve bu dostluk bu evlilikle akrabalığa dönüşecekti. Murat en büyükleriydi, ondan sonrakiler birer ikişer yaş küçülüyordu.

Arabalara yerleşip evin yoluna düştüler. Kemâl’in evi de Hilal’in evinin hemen yanıydı. Tam bir işkence olacaktı bu ön beş gün, gözlerini kapatıp derin bir nefes alıp verdi ve eve girdi. Sen yardım et Allah’ım. Umarım çabuk dönerler. İçinden dualar ederek üzerini değişmek için odasına girdi.

İki aile birlikte, Kemâl’in ailesiyle beraber yemek yeme, çay içme beraberliği ilk defa canını yakıyordu. Yoksa daha önce böyle değildi. Her zaman beraber olmak Hilal’in hep işime geliyordu. Sofrayı bahçeye hazırlamışlardı, iki aile ve misafirlerle oturdular masaya. Sadece babaları ve dedeleri yoktu masada. Onlar Rize’ye çay bahçelerini kontrol etmeye gitmişlerdi, yarın döneceklerdi.

Göz ucuyla Kemal ve Aylin’i inceliyordu. Yan yana bile oturmuyorlardı. Bu onun için çok iyiydi ama sevgili olduklarını düşünmek bile içini yakıyordu. Çaresiz bakışlarını etrafındaki insanlara çevirdi.

Her ne kadar imam nikahı kıyılmış olsa da Murat, Nergis’e çok yaklaşmıyordu. Masada önderlik şu an Kemal’deydi, Nergis’in ağabeyi olarak. Murat asla bunu göz ardı etmezdi. Saygısını sonuna kadar kullanırdı.

Kemal’in on sekiz yaşında bir erkek kardeşi daha vardı. Kenan, sevimli Kenan. Hilal’in olmayan erkek kardeşiydi. Seviyordu onu, Kenan da Hilal’i ablası olarak görüyordu. Hilal ve Murat iki kardeşti ama bir sürü kardeş yerine koyabileceği bir aileye sahiptiler. Kemal hariç. O sevdiği adamı elde etmek için her yolu deneyen biri değildi. Masada bir kadın olmasına rağmen yine de değildi. Belki de bu ondan hiçbir tepki alamadığı içindi, bilmiyordu.

Murat ve Kemal’in uyarısından sonra Taner ve Kerem ona göz ucuyla bile bakmamıştı. Ya çok korkuyorlardı ya da arkadaşlarını çok seviyor, saygıdan yapıyorlardı. Yemekte sohbet muhabbet almış başını gidiyordu ama Aylin’in hiç memnun bir hali yoktu. Beş karış suratla, soran olursa cevap veriyordu.

“Murat, oğlum istediğim kitapları getirdin mi, anneciğim?” dedi Hatice Sultan.

“Getirdim anacım ama Trabzon’daki evde bıraktım, gelmeden bazı eşyalarımı oraya bırakmam gerekiyordu eve uğramışken taşımayayım dedim,” dedi Murat.

“İyi yapmışsın annem zaten bir iki güne bizde ineriz. Ancak düğünden sonra geliriz buraya.”

Aylin’in ilgisini çekmiş gibiydi konu. “Kitap okumaya zamanınız kalıyor mu?” diye sordu.

Hatice Hanım gülümsedi. “Kızım ben kitap okumazsam zaman geçmiyor.”

“Sizin yaşınızdaki teyzeler televizyonda dizi izlemeyi daha uygun buluyorlar diye biliyordum,” dedi Aylin.

Amacı neydi Aylin’in? Yüceltmek mi küçültmek mi? Her ne ise pek hoşuna gitmemişti, Hilal’in, belli ki Kemal’in de. Göz devirirken yakalamıştı onu.

Hatice Hanım tüm asaletiyle cevap verdi. “Sanırım İstanbul’da öyle oluyor, senin ailende de var mı o teyzelerden kızım?”

Aylin sözlerine o pişman olmuştu, ne diyeceğini bilemedi. “Yok, ben ailemle yaşamıyorum. Pek akrabam da yoktur sadece şaşırdım köy yerinde kitap okuyan görünce…”

Kemal bu durumdan pek memnun değildi. Yüzünden okunuyordu. “Hatice annem öğretmendir aslında,” dedi. Konuyu dağıtmak istediği kesindi. Aylin buna şaşırdı. “Ya?” derken buldu kendini.

“Evet, her öğretmen kitabı sever mi bilmem ama,” derken Hilal’e bana baktı. “Hilal’in yeşile olan aşkı gibi, Hatice annemde kitaba aşık bir öğretmen.”

Kalp atışı maraton koşuyordu. Bilir gibi hisseder gibi öyle kadının gözlerine baka baka söylediği sözler Hilal’in kalbine indirmişti.

“Sağ ol çocuğum,” dedi Hatice Hanım.

Eline tabağını aldığı gibi yerinden fırladı. “Ben doydum size afiyet olsun, benim biraz işim var yine görüşürüz.” Yavaş adımlarla eve doğru yürüyordu. Koşmanın ne anlamı vardı? Yeterince odak olmuştu.

Biraz nefes alması gerekiyordu. Biraz da huzur bulması, eve en yakın bahçeye yürüdü. Bütün çalışma şevki uçup gitmişti. Elma ve ıhlamur ağacına kurulu olan hamak gözüne şu an rahat bir yatak olarak görüyordu. Hamağa uzanıp gözlerini kapattı. Börtü böcek sesleri huzurdu onu için, kendi kendine gülümsedi. “İşte huzur işte nefes,” diye mırıldandı. Uyku çok cazip bir fikirdi. Uyumak ve unutmak en iyisiydi.

Gözlerini açtığında onu gördü. Tekrar kapattı unutmak mı demişti? Adam rüyalarından bile çıkmıyordu. Tebessüm şart o gözlere güzel bir rüyanın en güzel yerindeydi “Mavi?” Bu ses rüya olamaz değil mi? O zaman az önceki de rüya değildi. Kocaman açtı gözlerini. “Kemal?”

Ona bakıyordu ve çok yakın duruyordu. Kokusu burnuna kadar geldi. Derin nefes aldı. Git Kemal kokunu da al git lütfen bide kokuna aşina etme beni. Hemen kalkıp doğruldu, eliyle saçını düzeltti. Kesin berbat görünüyordu, neden gelip onu buluyordu şimdi? “Ben uyuya kalmışım.”

Akşam güneşi direkt üzerlerine vuruyordu. “Çocukken de gelir burada uyurdun, bu senin değişmeyen huylarından,” dedi Kemal.

“Evet, öyle ben hiç değişmedim ama senin için aynı şeyi söyleyemeyiz değil mi?” dedi, neden dediğini bile sorgulamadan. Dilini ısırıp, başını çevirdi.

Kaşlarını çatıp baktı Kemal. “Neden böyle söyledin?”

Açıklayabilecek miydi? Seni çok kıskandım diyebilecek miydi? “O kız, Aylin… Abim senden hoşlandığını söyledi. Senin evinde ve ailen bunu bilmiyor.”

Biraz uzaklaştı genç kadından. “Bunun hakkında konuşmak istemiyorum. Bu onun sorunu benim değil.”

“Bende meraklısı değilim sadece uyarıyorum, annen ve baban fark ederse ayıp olur.”

“Öğrenmeyecek, gerek yok buna,” dedi Kemal.

Ayağa kalkıp üzerini düzeltti. Yüzüne çocukken kullandığı o hain gülümsemeyi yerleştirip, Kemal’in önünde durdu. “Ya öğrenirse?”

Önce anlamaz şekilde bakıp daha sonra gülümsedi Kemal. “Saçlarına sakız yapıştırmamı mı istiyorsun sen?”

“İntikam intikamı doğurur bilirsin sonra ben seni başından ayağına boyamayayım,” dedi Hilal. İşi şakaya vurmak yapabileceği en iyi şeydi. Beraber eskilerden konuşup gülüşerek eve döndüler. Aylin kapıda oturuyordu, onları görünce surat ifadesi değişti. Sarı saçlarını savura savura yanlarına geldi. Kemal’e yaklaşacağı zaman Kemal bir adım geriledi.

“Benim biraz işim vardı, dönerim,” dedi Kemâl. Aylin hiç laftan anlamıyordu ama Kemal ona anlatmaktan yorulmayacaktı. O, Mavi’ye tutkundu, başka birini istemiyordu.

“Çok sıkıldım, hep burada mı kalacağız?

Orada bulunmak istemiyordu, ikisinin muhabbeti olan huzurunu da alıp götürüyordu. “Ben de eve gireyim sonra görüşürüz,” dedi ikisine bakarak. Cevaplarını beklemeden eve girdi. Odasında, yatağına oturdu, bu hevesten vazgeçmeliydi.

Düşünmemeliydi. Kemal ona karşı bir şey hissetmiyordu. En iyisi aldırmamaya çalışmak görmezden gelmekti. Başarabilir miydi? Bilmiyordu ama bunu deneyecekti. Odanın kapısı tıklandı. Bu ağabeyinden başkası olamazdı, bu onun vuruşuydu.

“Gir abi,” dedi.

Başını içeri uzatıp, “Bacım?” dedi Murat.

“Abiciğim?”

“Ne yapıyorsun burada?”

“Gelsene içeri neden kapıda bekliyorsun? Bir şey yapmıyorum, dinleniyordum.”

Odaya girip kardeşinin yanına oturdu. “Seni biraz keyifsiz gördüm bir sıkıntın yok ya?”

O kadar belli oluyor muydu? Hilal de hiç çaktırmadığını zannediyordu. Hemen yüzünü topladı. “Yok, abiciğim ne olsun, uyumuşum biraz uyku sersemiyim sadece.”

“Tamam, o zaman Uzungöl’e gidiyoruz ve seni almadan gitmeyi düşünmüyorum.”

“Uzungöl mü? Tabii ki bensiz gidemezsiniz. Orayı ne kadar sevdiğimi bilmiyor musun?”

Ağabeyi ayağa kalktı. “Hadi hazırlan o zaman bekliyoruz dışarıda.”

“Tamam, on dakikaya hazırım,” diyerek ayaklanıp odanın içinde turladı.

Nergis ve Hilal, Murat’ın arabasına, diğerleride Kemal’in arabasına binerek yola çıktılar. O gece Uzungöl’de otelde kalacaklardı. Biraz mesafe vardı. Git gel zor olacaktı hem de misafirleri gezdireceklerdi yarın sonrası Trabzon’a düğün hazırlığına devamdı.

Nergis önde, nişanlısının yanında oturuyordu. Nergis, Hilal’in tersine deyim yerindeyse panter gibi bir kadındı ve tamda şu an Murat’ın üzerine yürüyordu.

“Evet, Murat bütün gün bu anı bekledim şimdi bana tek ve tek anlatıyorsun,” dedi Nergis.

“Ne anlatacağım Sultan’ım?” dedi, keyfi gayet yerindeydi. Murat’ın yanında Nergis varken başka türlüsü zaten düşünülemezdi.

“Murat dökül hadi sabrımla oynama abimin arabasına geçerim bak!”

“Tamam, sakin ol.” Derin bir nefes alıp verdi ve konuşmaya başladı. “Aylin abinden hoşlanıyor ve bunu belli etmekten de çekinmiyor, gelmeyi çok istedi, kıramadık. Birkaç güne dönecek zaten problem çıkarma Sultan’ım.”

Sinirinden kendini parçalıyordu Nergis. Yerinde kıpır kıpır, aklında bin tilki kol geziyordu. Hilal de arkada sessizce onları dinliyordu. Söyleyecek sözü yoktu. Kime ne diyebilirdi ki? Sessizce yolu izliyordu.”

“Sen buna nasıl izin verdin söyler misin? O civciv saçlı çalı bacaklı kızın buraya gelmesine engel olmalıydın. Beğenmedim ben.”

“Canım abartmıyor musun? Sadece gezmeye geldi.”

“Yok, abartmıyorum. Ne saçma şey, hoşlanıyorsa hoşlandığı yerde kalmalıydı. Abim ondan hoşlanıyor mu, yok.”

Nergis, Murat’ın zayıf tarafıydı. Nergis’in ağzından çıkan her söz Murat da kabul görürdü. “Sultan’ım neden beni sıkıştırıyorsun? Boş ver.”

“Benim adım da Nergis, ben o kızı buradan sepetlerim kimse de ağzını açıp bana tek kelime etmesin.”

Hilal söze girme isteğiyle konuya dahil oldu. “Nergis saçmalama, kız gezmeye görmeye gelmiş zaten gidecekmiş rahat bırak.”

Nergis arkaya dönüp gözlerini büyüttü. “Sen, hep senin yüzünden zaten. Sus sen.”

Koltuğunda hangi boyutta küçülse acaba diye sessizce arkasına yaslandı. Bazen Nergis’in onu iyi tanıdığını unutuyordu. Nergis içini okuyan ama yüzüne vurmaya kıyamayandı. Lakin ilk defa böyle bir çıkış sergilemişti.

Murat ikisi arasındaki samimiyeti bildiğinden sesini çıkartmadı. Kısa sessizliğin ardından kızgınlığı geçen Nergis arkaya döndü. “Canım, bugün çok eğeleneceğiz bak gör.”

“Abi, senin hatun tam bir çatlak emin misin bu dengesizle evleneceğine?” Gözlerini devirip gülümsedi. Az önce neler diyordu şimdi neler…

Murat, Nergis’in elini tutup dudaklarına götürdü. “Emin değilim,” dedi. Nergis elini çekecekken Murat daha sıkı tutup tekrar öptü elini. “Kesin kararım.”

Nergis’in yumuşayan tavırlarıyla kendini fazlalık gibi  komik bir durumun içinde hissetti.  “E, şey bende burdayım biliyorsunuz değil mi?” diyen Hilal’i takmıyor görünüyorlardı.

İçi dışı Kemal olmuş, sağı solu Kemal… Bir de bu iki romantik aşığı görmek onlar adına mutluluk kendi adına sonsuz bir acı gibi geliyordu. Kemal de ağabeyinin Nergis’i sevdiği gibi onu sevmiş olsaydı.

Umutsuzdu. Tersi olsa mutlaka bir yolunu bulurdu ona yaklaşmanın ya da bir şekilde anlardı değil mi? Ama bu güne kadar hiç öyle bir şey olmadı. Hep  uzak bir mesafeyle yaklaştı Kemal. Hilal de ona onun gibi karşılık verdi. Kendisine, ‘vazgeç bu sevdadan Hilal,’ diyordu.

“Siz kumrular devam edin ben biraz uyumak istiyorum.”

“Uyu prensesim uyu, bir saat daha sürer yol,” dedi Murat.

Uyku onun en sevdiğim şeylerden biriydi, başını nereye koysa uyurdu. Yastığa çeyrek kala uyuyan insanlardandı.

Otele yerleşip biraz da mis gibi havayı içlerine çektiler. Saat dokuza geliyordu, akşamın soğuğu tamamen yerleşmişti Uzungöle. Bir ara Aylin titriyordu. Kimse dememişti ona buralar her mevsim serin olur diye yazık buluzuda hem açık hem de çok inceydi.

Hilal’in arabasıyla geldiklerinden bagajda eşyaları olduğunu hatırladı. Bagajdan bir mont alıp verdi Hilal. Kuru bir teşekkür etti Aylin ama Nergis yerinde zor duruyordu. Bıraksalar kızı parçalayacaktı. Montu verdiği için Hilal’e ters ters bakıyordu.

Akşam yemeğini sükunetle yediler. Taner ve Kerem’le muhabbet çok iyiydi. Aslında iyi birilerine benziyorlardı. Herkes kendinden bir anı anlattı.

“Bur tane de ben anlatayım,” dedi Nergis. “Kızmaca yok beyler,” diyerek Murat’la ağabeyine baktı. Her iki adam da kaşlarını çatıp odaklandı Nergis’e.

“Bilmeyenler için söylüyorum biz Hilal’le Ankara’da okuduk fakülteyi ve tabii ki aynı evde kalıyorduk.” Herkes pür dikkat onu dinliyordu. Hilal’in gözleri kocaman açılmıştı, kim bilir ne anlayacaktı?

“Okula ilk başladığımız yıldı. Ne tür erkek ararsan var tabii.”

“Ee?” sesi yükseldi Murat ve Kemal’den. Bir kollarını masaya dayamış ellerini yüzlerine destek vermiş ciddiyetle dinliyorlardı.

“Bırak da anlatsın sonra ben onu meleteceğim ,” dedi Kemal, Murat’a hitaben.

Nergis devam etti. “İşte zengini fakiri iyisi kötüsü yakışıklısı çirkini ne ararsan var. Ders aralarında çay kahve içmeye ne zaman insek bir tip masamız da bitiyor, konuşuyoruz anlamıyor, kızıyoruz hiç anlamıyordu. Bu babası zengin tipler vardır onların adıyla yaşarlar hani onlardandı. Ama çok yakışıklı biriydi değil mi Hilal?”

Masanın altı kaç bedendi? Hilal girse sığar mıydı? Tek kelime edemedi ama bakışları isyan ediyordu. Sus… “Nergis.”

Nergis onu umursamadı. “Neyse bir ay geçti anlamadı, dört ay geçti anlamadı. Tam bir yıl uğraştı, kötü biri değildi ama istediğini elde etmek isteyen bir zattı. En sonunda artık Hilal’in sabrı -ki Hilal çok sabırlıdır- artık kalmamıştı.”

Bütün gözler Hilal’e döndü. Kemal’le ağabeyi delici bakışlarını üzerine sabitlediler. Hiç hoşlarına gitmemişti hem de hiç.”

“Bitir artık cezanızı keseceğim,” dedi Kemal.

Bu ses tonunu daha önce hiç duymamıştı Hilal, hem ona ne oluyordu ki? Evet, koruma içgüdüsü yeni değildi ama ağabeyi oradaydı.

“Sabır abiciğim bitiriyorum,” dedi Nergiz.

“Bu adam abayı yakmış Hilal’e, eve çiçekler, okulda hediyeler, sürprizler bıktırmıştı tamamen. Okulun son günü dikildi karşımıza artık beyefendiliği bırakmış bir halde o kadar insanın içinde bağırmaya başladı Hilal’e. ‘Seviyorum diyorum git diyorsun, tam dokuz aydır peşindeyim kızım, taş mı taşıyorsun kalbinin yerinde sen?’ diye bağırıp Hilal’in üzerine yürüdü.

Hilal de bardağın boş tarafı kalmamıştı. “Sen ne laftan anlamaz birisin, seni istemiyorum diyorum hâlâ gelmiş karşımda neler söylüyorsun?’ diye karşılık vermişti. Millet dikilmiş bu ikiliye bakıyordu. Genc adamda Hilal’in üzerine yürüdü. Hayatım boyunca Hilal’i hiç öyle görmemiştim. Kantinin tam yanındaydık. Tezgahın üzerinde ne kadar bardak varsa Hilal eline geçirdiğini Selim’e fırlattı ama canını yakmak istemediği için hep diğer yönlere atıyordu.

Kavga ederken bile düşünceli dostum benim. Ama Selim yerinden bir milim bile kımıldamadı. Umrunda bile değildi. Hilal’itutup çektim rezil olmuştuk koca okula. Hilal’in son sözü, ‘Ömrüm boyunca seni görmek istemiyorum,’ oldu ama Selim’in son sözü, “Yine görüşeceğiz,’ di. Ondan sonrada okula hiç gelmedi.İstanbul’a geçiş yaptığını duyduk,” dedi Nergis ve rahatça arkasına yaslandı.

Utancından kimseyle göz teması kuramıyordu. Zorla başını kaldırdı. Hepsi sus pus olmuştu. Nergis yüzünde o hain gülümsemesi ile masadakileri süzüyordu.

Ağabeyiyle Kemal’e baktı. Murat yerinden kalktı ve yanıma geldi. “Ayağa kalk Hilal,” dedi.

O kadar insanın içinde bir demezdi herhalde, dua edip ayağa kalktı. Murat kardeşini tutup alnından öptü. Sonra kardeşini ayakta ağzı bir karış açık bırakıp yerine geçti. Yavaşça sandalyesine geri oturdu Hilal.

Kemal gözlerini Hilal’in üzerine dikmiş, ciddi ifadesi hâlâ yüzündeydi. “Kızmadın mı?” diye sordu ağabeyine.

“Kızılacak bir durum yok,” derken Kemal’e döndü. “Ne dedi? Eve hediye mi göndermiş?”

“Evet, okulda da vermiş,” diye ekledi Kemal.

“Sürprizleri unutma!” dedi Murat.

“Unutur muyum? Sen de bunu bizden gizlediklerini unutma Murat,” dedi Kemal.

Murat, Nergis’e parmağını salladı. “Sen bunu benden gizledin.”

“Biraz öyle oldu,” diyen Nergis omuzunu silkti.

“Bunun hesabını ayrı ayrı keseceğim ikinizden de,” dedi Kemal.

“Abartmayın beyler,” dedi Aylin. “Olan olmuş bitmiş abilik de bir yere kadar.” Sonra Hilal’e dönüp, “Canım sende bir şans verseydin belki çok iyi biriydi. Belki seni senin tahmininden fazla seviyordu,” diyerek fikir belirtti. Murat ve Kemal’in delici bakışlarına maruz kaldı ve hiç umursamadı.

“Hiç ilgimi çekmeyen birine neden evet diyeyim? O kadar zaman illaki anlardım içimde Selim’e karşı bir şey olduğunu?” dedi Hilal.

“Oo ismini hâlâ hatırlıyoruz küçük hanım belki içinizde bir yerlerde kırıntı falan vardır sordunuz mu taş kalbinize?” diyen Kemal’e şaşkınlıkla baktı. Az önce kardeşi de anmıştı adını, suçlu Hilal mi olmuştu?

Selim’e hissettiği öfke Kemal olup karşısına dikildi. Şimdi dilinin bağlarını çözmemeliydi. Evet, çözmeliydi. “Sordum taş kalbime, içinden öküz çıktı söyledi yokmuş kırıntı falan.”

Susup birbirimize baktılar. Masada sessizliklerini koruyan Taner ve Kerem öylece izliyorlardı. Konu sessizliğin devam etmesiyle kapanmıştı.

Yemekler gitmiş, çay ve kahve faslına geçilmişti. Sohbet koyulaşırken Nergis o hayırsız ağzını açtı yine.

“E, abiciğim birazda sen bahset seni ne zaman evlendiriyoruz?” dedi.

Çayı aşağı itiyordu, gitmiyordu. Zorla yuttu, boğazı  yanmıştı Hilal’in. Nergis tam bir dengesizdi. Zavallı ağabeyi…

“Nerden çıkardın şimdi bunu?” dedi Kemal.

Aylin’in ağzı kulağına vardı varacaktı. Nergis o fena bakışlarıyla tırnaklarını incelemeye başladı. Kemal çayını dudaklarına bırakırken Hilal de aynı durumda çayını içiyordu.

Tırnaklarını inceleye inceleye, “Hiç, öylesine sordum neyse ki beşik kertmen solumda oturuyor,” dedi.

Masadan üç adet “Ne?” bir adet “Nergis,” sesi yükseldi. Kemal ve Hilal’in içtikleri çay boğazlarında kaldı. Öksüren görümcesinin sırtına hafifçe vuran Nergis, “Helal gelinim helal,” dedi.

Fısıltıyla söyleyebildi Hilal.  “Nergis geber emi…”

Recommended Articles

2 Comments

  1. Yaaa özlemişimmmm

  2. Ne kadar özlemişim bu iki tatlı kacigi

Leave a Reply

Your email address will not be published.

error: Content is protected !!