….
Sabah uyandığında bilgisayarının başına geçen Rüzgâr, çok bariz bir şey duyacağını tahmin etmiyordu. Bir kaç tuşa usta biçimde tıklayarak gece Ekin ve Meriç’in gün içinde eve ve ofise yerleştirdikleri cihazların ses kayıtlarını kulaklığını takarak dinlemeye başlamıştı.
“Arabasının frenlerini hallettik. Karısının da arabasını tamam.” Tanımadığı erkek sesinin dudaklarından döktüğü sözler Rüzgâr’ın kalbine paslı bir çivi gibi girmişti.
“Fatih Kırımlı ve Hare Kırımlı yarın sabah dünyaya gözlerini kapatacak efendim.” Ve pis bir kahkaha sesi. Rüzgâr kulaklığı sökercesine kopardı kendinden. Masanın üzerinde duran telefona sarılmıştı.
“Rüyanda beni mi gördün?” diyen keyifli Karahan kahvaltı masasından kalktığında sandalyesi arkasına yuvarlanmıştı. Onunla birlikte ayağa fırlayan ailesi Karahan’ın bir anda kararan suretiyle çok kötü bir şey olduğunu o saniye anlamışlardı. Fatih ile yaptığı görüşmenin ardından evden nasıl çıktığını bilmeyen bir Rüzgâr ve bir Karahan vardı. İki Abi için dünya durmuştu döndürecek tek kişi de Hare idi…
…
Gaza basmıştı ve elinde telefon Hare’yi aramaya çalışıyordu. Aklının durmasına engel oldu. Şuan bunun vakti değildi. Telefon uzun uzun çalıyordu. “Aç! Aç!” ellerini elinin altındaki direksiyona vurdu. Rüzgâr’ı aramak geldi aklına. O nerede olduğunu bulabilecek kişiydi.
Ana yoldan çıkardığı aracı ara sokaklara soktu. AZENAS yolunu takip etti. “Rüzgâr abi…”
“Beykoz orman yolu,” dedi Rüzgâr. Telefonu kapatıp Hare’yi aradı. Uzun çalışlar… Açılmadı telefon. Dişlerini sıkarak arabaya yön veriyordu. Hiç bir şey düşünmüyordu Hare den başka. Aklına binlerce kötü senaryo akın etmişti. Başını iki yana sallayıp onları def etmeye çalıştıkça yenileri dolduruyordu zihnini.
“Hayır gidemezsin,” diye mırıldandı. ” Sen de gitme Hare.” Bir elin parmağını aşan trafik cezasını kat edip orman yoluna saptığında arkasından gelen abilerini gördü. Yol boyu hızla gitti. Etrafına bakınmak ölüm gibiydi. Görmek istediği, ayakta sağlam burnu bile kanamamış olmasını istediği karısıydı.
Sabah karısının öve öve bitiremediği mavi rengi gördüğünde ruhunun canından çekildiğini hissetti. Yol kenarında bir ağaca çarpmış arabadan dumanlar yükseliyordu. Bir daha mavi renk bir arabası olmayacaktı. Artık nefret ediyordu o renkten. Canını acıtan bir renkti artık. Arabayı ormanı inleten fren sesiyle durduğunda daha Hare’nin arabasına onlarca metre vardı. Kapıyı kırarcasına itip dışarı fırladı ve karısına doğru koşmaya başladı. Yüreğindeki adamla birlikte bağırdı, ciğerleri parçalanırcasına… “Hare!!!”
Umuda koşardı insan… Bitmemişse güzel günler, kaldığı yerden devam ederdi yaşam…
Gitmişse kalması gereken, kalana dar gelirdi dünya…
Gitmişse kalması gereken
Bedene sığmaz olur ruhum…
Nefes nefese koşarken
tükenir her adımda umudum…
Vuslatı geç yaşadık ama ayrılık tez olmasın…
…
Sabah yüreğinde derin sıkıntıyla gözlerini açmıştı Nisa. Nefes nefese uyanmıştı. Kocası odada yoktu. Kalkıp üzerini değiştirdi. Kalbine inen ikinci bir sancıyla ve alnından dökülen ter damlarına göz yaşlarını ekledi. “Yeter!” diye feryad ettiğinde odaya doluşan annesi, eşi, dayısı ve çocukları etrafına toplanmıştı.
“Yeter! Hiç kimse tek kelime etmeyecek şimdi gidiyoruz. Gidin hepiniz hazırlanın!”
Kadir bir adım öne çıktığında Nisa eliyle henüz tek söz etmemiş dayısını susturdu. “Yeter dedim. Ya beni sen götürürsün ya da ben kendim giderim. Bitti! Buraya kadar.” Kadir bir anneyi ne kadar idare edebilirse o kadar etmişti ve anlaşılan sonuna gelmişti. “On dakika!” dedi odadan çıkarken. “Görüşmelerim bittiğinde kapıda olun.”
Odadan çıkmadan çalan telefonu herkesi sus pus etmişti. Kadir’in telefonu nadir çalardı o da görev içindi. Gelen bilgileri aktaranlar arardı. “Evet.”
“Kapat!”
Arkasına dönmeye korkan adam! Bu bir ilkti. Kadir kimseden ve hiç bir şeyden korkmazdı.
“Oldu. Bir şey oldu. Ben hissettim.” Dayısının kolundan tutup kendine çevirdi. “Konuşsana!” diye bağırdı.
Sait elini ensesine götürdü. Kafasının içini karıncalar sarmaya başlamıştı. Başının döndüğünü hissetti. Yüzünü buruşturdu.
“Arabasının frenlerini bozmuşlar.”
Nisa’nın yükselen çığlığı ile Sait yere yığıldı. Çocuklar babalarının başına eğildiklerinde Nisa kendini toparlamak yerine daha çok dağıldı ve kendinden geçti. Bir anda mahşer yerine dönen odanın içinde kızların ağlayan sesleri Ferid’in çabaları Leyla’nın sessiz göz yaşları ve ayakta kalmaya direnen Kadir’in ambulans çabası birbirine girmişti.
….
Hare hastaneye gelmeden akın eden tüm aile fertleri bir köşede sessizce bekliyorlardı. Kara haber öyle çabuk yayılırdı ki insan oğlu başka bir şeyi bu kadar çabuk duyamazdı. Ameliyathane kapısında bekliyorlardı. Bir kez bile olsa görmek için. Ruken’in göz yaşları kendiliğinden akıyordu. Ona kötü davrandığı için o kadar pişmandı ki canı hiç bilmediği bir acıyla kavruluyordu. Kardeş acısı…
Açılan asansör kapısından bir yığın insanın çıkmasıyla hareketlendiler. Sedye üzerinde beyaz gömleği kan içinde olan Hare hızla görüş alanlarına giriyordu. Turgut Kara o kocaman omuzlara sahip adam çökmüştü. Kızı gözleri önünden kan, yara bere içinde geçerken arkasını dönerek ellerini yüzüne kapatıp ağlamaya başladı. Bir baba için bundan daha kötü ne olabilirdi ki? Daha bir kez ‘baba’ bile dememişti. ‘Demesin’ dedi içinden, hep iyi olsun ama baba demesin.
Sedye kapıdan içeri geçerken Fatih öylece ardından baktı. Karahan ve Rüzgâr arkasındaydı. Karahan elini yüzüne kapatarak arkasını dönüp ağladığını gizlemek adına uzaklaşmaya başladığında Rüzgâr olduğu yere çöktü. Kimseden utanacak değildi. Canı, can çekişiyordu. Duru akan ve durmayan göz yaşlarıyla kocasına sarıldığında Rüzgâr kendini serbest bıraktı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
“Doktor Zeynep Doğan 5 numaralı ameliyathaneye,” sesiyle Zeynep tam da önünde durduğu yere baktı. O bir kadın doğum uzmanıydı. Yaşlı gözleri Fatih’i buldu.
Sert ve taraklı sesiyle bir damla yaş düştü Fatih’in gözlerinden. “O hamileydi.”
Zeynep ok gibi fırladı yerinden koştu… bir canı kurtarmak için. Hare ve Fatih’in bebeğini kurtarmak için. Nil ve Ruken hamile olduğunu öğrendiğinde Rüzgâr gibi serbest bıraktılar kendilerini.
Sürgülü kapı tekrar açıldı. Genç hemşire etrafını saran ailede kime soracağını bilemedi. “Hastanın yakını, eşi, babası, kardeşi kim?” diye sordu. Etrafından bir çok sese şaşırmadı hemşire. “Kan grubu 0- negatif aranızda kan vercek olan var mı?”
Ruken ve Turgut Kara aynı anda “Ben,” dedi. Ruken babasına döndü. “Ben veririm,” dediğinde babası üstlenmedi. “Benimle gelin,” diyen hemşireyi takip etti Ruken. Orta yaşlarla olan doktor hızlı adımlarla ameliyathaneye girmeden önlerinde hemşire ile durdu. “Hastanın sürekli kullandığı bir ilaç veya herhangi sürekli bir rahatsızlığı var mı?” diye sordu.
Herkes birbirine bakmıştı. Kim Hare hakkında net bir şey biliyordu ki? Bu bile bir acıydı. “Yok.” dedi Rüzgâr.
Fatih gözlerini kapattı. Nasıl diyecekti bu kadar insanın arasında karısının yıllarca uyuşturucu kullandığını. Belli ki önemliydi ve doktor sorma zahmetine girmişti. Söylemese karısı için belki de sorun olacaktı. Doktor arkasını dönünce “Durun!” dedi Fatih.
Doktor söyleyecek sözü olan adama döndü. Hare uyandığında çok kızacaktı belki. Uyanmasını ve ona istediğini yapmasını diledi. “Extazi.” dedi doktorun beklemediği cevap ile kaşları bir an havalandı.
Aile sonuna kadar açılan gözlerini Fatih’e çevirdi ama o, sadece doktora bakıyordu. “Yedi yıldır kullanıyordu. Bir buçuk ay önce bıraktı.”
Doktor vakit kaybetmeden, “Tamam,” deyip açılan kapıdan içeri girdi.
“Sen ne dedin?” diye mırıldandı Rüzgâr.
Yüreği yeterince yanıyordu ve kimseye bir şey söyleyecek hali kalmamıştı. “Duydunuz ve unuttunuz. Hare uyandığında bunu bir kişiden bile duymak istemiyorum.” Ayakları üzerinde dizlerini büktü. Sırtını cam kapıya dayadı. Başını ellerinin arasına aldı. Sessizce vicdanlarıyla birlikte yerlerine çöktüler. İçleri gerçek bir çöküş yaşıyordu. En çok Rüzgâr… En çok Turgut Kara… En çok Karahan…
…
Kolundaki serumu gördü ilk. Aklı açılmak için büyük çaba sarf etti ve başardı. Damar yolunu uzandı. Yıllardır bugün için yaşamıştı ve bir serum onu uyutamazdı. Annesinin eline sarıldı Aybüke, “Anne yapma!”
“Artık kimseden emir almıyorum küçük hanım.” Canı yansa da serum kablosunu koparıp attı. Yere gürültüyle düşen serum şişesi paramparça oldu. Yerinde doğrulurken başı döndü ama takmadı. Hemen yerde duran ayakkabılarını giydi. “Baban?” dedi hüzün yüklü gözleriyle.
Ayağa kalktı. Yatağa tutundu. Derin nefesler aldı. “Babam iyi. Uyutuyorlar. Tansiyonu yükselmiş,” dedi genç kız taraklı sesiyle. “Abin?”
Konuşmayan kızına bağırdı Nisa, “Fatih abin Aybüke?”
Kapı hızla açıldı Kadir, Leyla, Ayperi ve Ferid içeri girdi.
“Yemin ediyorum seni öldürürüm. Oğlum nerede?” dişlerini sıkarak bağırdı.
“Oğlun iyi. Kazayı karısı yaptı,” dedi Kadir.
“Oğlum nerede?” dedi Nisa tekrar. Ha oğluydu ha gelini oğlunun canı yanıyordu ve her zerresinde hissediyordu.
“Üst katta.”
Ailesini yarıp koşmaya başladı. Yıllar önce nasıl kaçtıysa. Kaçmak zorunda kaldıysa, giderken ki hüsranına inat umutla koştu. Mezara bırakıp gittiği oğlunu bugün ikinci kez aynı durumda bırakmayacaktı. Sarı saçları savrulurken göz yaşları yanaklarından savruluyordu. Asansör yerine merdivenlere koştu. Her adım oğluna gidiyordu. Her adım bir annenin kanında akan evlat hasretini vuslata götürüyordu.
Peşinden gelenleri ve seslerini duyuyordu. Kimse onu durduramazdı. Kata ulaştığında etrafına bakındı ama gözleri yaşlardan dolayı perde perdeydi. Kalabalık gördü sol tarafında. Titreyen bacakları vuslatın gücüyle yol alıyordu. Kalabalığın ortasında durdu. Kendine bakan kimseyi gözü görmüyordu. O hedefini bulmuştu. Başı önünde kapının önünde çökmüş oğlunu yüz kişinin içinden seçerdi. O bir anneydi.
Koşan adımlar duruldu. Minik adımlara dönüştü. Ağlayan insanların arasından arasından ağlayarak geçti. Başını bile kaldırmayan oğlunun önünde durdu. Dizelerine titreme hakkına son verdi. Eğildi Fatih gibi onun karşısında çöktü yere.
Başını kaldıran Fatih hüzünlü ela gözleri görür görmez tanıdı. Bu bakışlara sahip hiç kimseyi görmemişti. Yıllardır her gece gelen kadındı. Annesiydi. Rüya görüyor olma ihtimali yoktu. Bugün kabusların en kötüsünü canlı bir şekilde üzerinde sevdiği kadının kanı ayan beyan ortaya seriyordu. Konuşmakta zorlanmıştı yutkundu. “Hissettin,” dedi. “Ne zaman canım yansa hep sen geliyorsun.”
Sicim sicim inen yaşlara inat konuştu Nisa. Kendisi ne yaşamışsa yıllarca, ne hissetmişse oğlu da aynı şeyleri yaşamıştı. “Yemin ederim hepsini hissettim. Şimdi…” dedi elleriyle yüzünü silip. “Sadece sarsılsam olur mu?”
Fatih başını hayır anlamında salladı. “Bu geçirebileceğin bir acı değil.”
“Senin canın yandığında benimki de yanıyor. Seni benden iyi kim bilebilir? Yıllar önce sen sekiz yaşındayken dizin derinden yara almıştı ben o gece senin yaralarını sarmıştım.” Fatih acıdan kavruluyordu. Canı öyle yanıyordu ki boş boş bakmakla yetindi. O gece rüyasında buna benzer bir şeyler gördüğünü hatırlamıyordu ama yarayı gerçekten almıştı.
“Çok üzgünüm… yaşadığını bilseydim kısıldığım yerden kaçar gelir, seni alırdım. Sonra öğrendim ama seni buralarda görmemek için gelemedim,” dedi hıçkırarak. “Affet beni!”
İçi boşalmış çuval gibiydi Fatih içine hiç bir şey girmiyordu. Ruhu istikrarsız bir yola girmiş öylesine nefes alıyordu. İçeride can çekişen karısından önemli bir şey yoktu onun için. Bir umut bekliyordu. Ufacık bir ışık Hare den gelecek, geleceğe açılacak mutlu bir hayat için. “Yanımda kal!” diye fısıldadı. Ağlamsı bir gülüş çıktı Nisa’nın nefesinden. İki kolunu birden kavrayan kişiyi görmek için başını kaldırdı.
“Gel,” dedi Hurinur kadına gücünü verip ayağa kaldırdığında gözleri bir yabancının aşina kalbine takıldı. Sakallarını kesmiş, o acayip kıyafetlerden kurtulmuş kara tufan gibi bakan Kadir’e takıldı. Ve yanındaki üç genç insana. Hurinur, Nisa’yı kendi yerine oturması için yönlendirdi. Nisa hem ağlıyor hemde gözlerini bir an olsun oğlundan çekmiyordu.
Turgut Kara sabırla kızından iyi bir haber gelmesini bekliyordu. Sonrasında onu durduracak her insan oğlunu ezerek yolundan çekecek ve Yakup Şahkıran’a yapacağı, içinden geçirdiği işkenceleri gerçeğe dökecekti.
Karahan oturduğu yerden kalkıp Kadir’in yanına gelirken Ayperi, Aybüke ve Ferid koridorun diğer tarafındaki oturma bölümlerine ilerledi. “Ben babamın yanındayım,” diyerek aşağı inen Ferid’e başlarını salladı iki genç kız. Leyla en uzak köşeye oturdu. Sessizce ağlamaya devam etti. Bu kabus onunla başlamıştı. Yılladır bitmek bilmeyen bir acı içinde yanıp kavruluyordu. Kendiyle başlayan kötü kader zinciriyle etrafındaki herkes mutsuz olmuştu.
“Olmadı bu Kadir. Kardeşim içeride ve o hamile!” diyerek dişlerini sıktı Karahan. Diyecek tek kelimesi varsa bile hiç biri Karahan’ı rahatlatmayacaktı, ona yetmeyecekti. “Senin kadar üzgünüm. O senin canın, taşıdığı da benim canım. Engel olamadım,” dedi başını önüne eğerek. Karahan kırmak, dökmek istiyordu. İçinden çıkamadığı engel olamadığı zamanlarda hep böyle hissediyordu. Kadir’e arkasını döndü. Koridoru inleten topuk sesleriyle başlar asansör kapısına döndü.
Ekin ve Meriç’i gören Kadir de arkasını döndü. Koşar adım Karahan’ın yanına gelen kızlar uzaktan gördükleri Fatih’e üzüntülü gözlerle bakmışlardı. “Karahan bey?” dedi Ekin. “O nasıl?”
“Ameliyatta, bekliyoruz.”
“Çok üzgünüz. İyi olacak,” dedi Meriç.
Kadir’e diktiği gözleriyle bağırdı Karahan. “İyi olacak! Olmalı! Olmazsa dedenize bir Fatiha okuyacaksınız. Kadir abinizde kendi helvasını yapacak.” Sırtı dönük adama baktı. Meriç’in gözleri büyümüştü. Ağır çekimle dönen Kadir’i gören kızların dili tutulmuştu. “Kadir abi…” dedi Meriç zorla çıkan sesiyle.
Kapının sürgüsü beklenen sesle kalplere ferahlık vermek için açıldı. Fatih aklında ne varsa kenara çekti. Doktorun ona vereceği bir haber ile dünyası yeniden aydınlanacaktı. Daha güzel günleri olacaktı mesela… Hare’yi daha fazla sevecekti mümkünse eğer…
Doktor soluğunu tazeledi. “Kemer takmıyormuş. Başını cama çarpmış göğüs bölgesinde ciddi ezikler var. İç kanama oluşmamış ama kazadan kaynaklı çok şiddetli ağrıları olacak ve bunun için bir süre uyuması gerekiyor. Başında da ufak bir ödem tespit ettik. Takip amaçlı yoğun bakımda kalacak bir süre.”
“Yani?” dedi Rüzgâr sonunda iyi bir şey duyamadığını belli ederek.
“Ödemin küçülmesi ve tamamen ortadan kaybolması için dua edeceksiniz biz de bize düşen ne varsa yapacağız.”
Fatih dinliyordu ama aksini duymak isteyen kalbine işittiklerini yediremiyordu. ‘İyi olacak’ dedi içinden. ‘Hayatta ve daha iyi olacak. Kendini bırakmayacak. O yaşıyor ve iyi olacak.’ diye aynı cümleleri içinden tekrar etti. İnanıyordu karısı onu bırakmayacaktı.
“Geçmiş olsun,” diyerek yanlarından ayrılan doktorun ardından Zeynep çıktı dışarı. Karısı yaşıyordu ama ya bebeği? Sevdiği kadından, kendinden bir parçası… İlk defa kendinden biri olacaktı bu dünyada. Bir aile olacaklardı. “Zeynep abla,” dedi yorgun sesiyle.
“Karnını,” dedi ve yutkundu Zeynep. “Direksiyona çok sert çarpmış. Çok üzgünüm Fatih, gücüm yetmedi onu kurtarmaya.”
Sen uyurken bildiğim bilmediğim ne varsa kayıp
Geç kaldığım dilimin acısı yakıyor yüreğimi…
Aşka inandırır beni derken hüznüne dağlandı yaralarım
Kimsesiz ruhuma hayat izini bırakmışken (kazırken) gitme…
Gitme yâr bildiğim…
Yârenimiz gitti ama sen yinede gitme…
….
Yoğun bakım katı kapatılmıştı. Asansör ve merdiven başında sivil polis bekliyordu. Fatih bir saattir oturduğu yerden milim kımıldamamıştı. Karısının yaşıyor olmasına olan sevinci ve iyi olacağına olan inancı içindeki evlât acısıyla birbirine girmişti. Dün gece ‘Ben hamileyim’ diye mutluluktan ayakları yere basmayan karısı uyandığında bebeğinin artık olmadığını öğrenecek ve kendine kahredecekti. Ne diyecekti Fatih ‘Başka çocuklarımız olacak’ başını iki yana sallayıp oturduğu yerde duvara yasladı. “Bunun kadar can acıtan bir söz daha var mıydı? Elbette başka çocukları olurdu, olacaktı ama giden geri gelmeyecekti. Hayatları boyunca akıllarında tek bir şey kalacaktı. “Bizim bir bebeğimiz daha olacaktı ama o öldü..’
Etrafında dolanan insanların hiç birini tanımıyordu. Karısının bindiği aracın neden frenleriyle oynandığını bile bilmiyordu. Hare’nin ona geri döneceğinden zerre şüphe etmeyerek inanıyordu ve en olmadık zamanda gelen kadını aradı gözleri.
İçinde olduğu handikapın içinden çıkmalıydı. Yavaşça ayağa kalktı. Onun bir abisi vardı ömre bedel. Bu adama olan sevdiğisini kendi bile şaşıyordu. Aradı. Bakındı. Koridorun en ucunda telefonla konuşuyordu. Herkes telefonla görüşüyordu. Kendi telefonun nerede olduğunu bile bilmiyordu. Abisine varıncaya kadar yürüdü. Karahan onu fark edince telefonu kapatıp cebine attı.
Gözlerindeki beyazların kırmızıya döndüğünü fark etti Fatih. Karahan kendini sıktıkça gözlerine kan oturmuştu. “Abi?” dedi. Cevaplar bekleyen tek bir sözdü ve Karahan onu görebiliyordu.
Hemen ilerisinde olan Kadir’in yanına ulaştılar. Fatih dikkatle baktı. Tanıdık gibi gelmişti. “Gerçek adım Bahadır değil. Benim adım Kadir Sarar.”
Fatih istemeden kaşları hafifçe havalandı. Nasıl bir şeyin içine düşmüştü? Abisine döndü. “Yani?” dedi.
“Gel,” dedi önden yürüdü Karahan. Fatih onu takip etti. Az önce önünden geçtiği bir odanın kapısını açtı. “Gir.”
Fatih itiraz etmeden kapıdan içeri girdi. Odanın içindeki insanlara göz gezdirdi. Biri annesiydi. Yani öyle umuyordu. Hala aklının almadığı çok fazla şey vardı. Yatakta oturan bir adam ve tanıdık bakışlar! Yanında oturan beyaz saçlara sahip bir kadın! İki genç kız! Kızlara bakınca kaşlarını çattı. Annesi sandığı kadının kopyalarıydı. Pencerenin önünden kendine dönen ve neredeyse kendine bire bir benzeyen genç bir adam! Ve o hüzünlü ela gözler!
Arkasından içeri giren Kadir ve Karahan…
“Hare uyuyor ve iyi olacak! Vaktimiz var. Uzun bir hikaye Fatih,” dedi Karahan kardeşi bildiği gence bakıp yutkundu. “Şunu hiç bir zaman unutma! Ben yeni öğrendim, sana asla ihanet etmedim, etmem. Ve her ne olursa olsun sen Karahan Atabey’in kardeşisin. Şimdi otur!” dedi arkasındaki ikili koltuğu gösterip. Karşısına bir sandalye koydu Kadir. “Hare’nin bu hale gelmesiyle, bu içinde olduğumuz durumla bağlantı arıyorum ama bulamıyorum. Sizler kimsiniz?
Nisa yutkundu. Sait dişlerini sıktı. Bir evlattan duyulacak en son sözdü bu…
İşaret parmağını Leyla’ya çevirdi Kadir. “Anneannen Leyla, o benim kardeşim.” Fatih bakışlarını Leyla’ya çevirdi. Kadir’ i takip etti. “Sait Kırımlı, baban!” Bütün şaşkınlık ifadelerini içine attı Fatih. Hiç birinin gözlerine uzun süre bakmadı. “Ayperi, Aybüke kız kardeşlerin. Ferid erkek kardeşin ve annen Nisa.” Annen sözcüğü ile kalbi teklemişti. Uzun boyluca baktı ela gözlere.
Bakışlarını tekrar Kadir’e çevirdi. Tek bir söz bile etmedi. Soru sormadı. Bekledi. “Ve deden Yakup Şahkıran!”
Kaşları birleşti. “Şahkıran?” dedi. “Dede mi?” Adamı tanımıyordu ama ismi duymuşluğu vardı. Ünlü ve zengin bir aile olarak biliyordu.
Kadir ağır ağır başını salladı. “Annenin babası.” Nefesini tazeledi. “Leyla… Herşey Onunla başladı.”
Ne kadar süredir oturduğunu bilmiyordu. Duymuş oldukları bir kabusun sözlü anlatılışı gibiydi. Ara ara dehşete düşmüştü. Dedesi olarak anlatılan adamın yaptıklarıyla kanı donmuştu. Karısının canıyla uğraşıyor olması ve bebeğini kaybetmesinin tek sebebi olan adamdan nefret etti. Anne kokusunu alamadan ana kucağından koparıldığı için hırslandı. Yıllarını yetimhanenin kuytu ve soğuk bir köşesinde geçirdiği çocukluğuna içerlerdi.
Sessizce ağlayan annesine bakıyordu. Yüzünden hiç bir duygu ifadesi okunmuyordu. Buz gibiydi. Hayatında hiç böyle hissetmemişti. Ne yapacaktı şimdi? Ailem diye kucak mı açacaktı? Baba diye sarılacak mıydı? Kardeşlerim diye kol kanat mı olacaktı?
Üzerine çöken ağırlık omuzlarına ağır gelmişti. Yerinden en ağır şekilde kalktı. Kimseye bakamıyordu. Bu insanlar ondan bir kelime bir temas bekliyorlardı ama Fatih buna hazır değildi. “Biraz hava almalıyım,” dedi ayaklarını kapıya doğru resmen sürüdü. Nisa ayağa kalktı ‘gitme’ diyecekti kocası bileğinden yakaladı ‘yapma’ dedi sessiz yüz hareketleriyle.
Kapıdan çıktığında ayakları onu Hare’nin yanına götürdü. Büyük ve kalın cam panelden izledi onu. Ağzında rahat nefes alması için takılı olan şeffaf maskenin etrafındaki ince borulara baktı. Saçları toplanmış yüzü solmuş, gözleri kapalı ve tek bir tepkisi olmadan sessizce yatan karısı… tarifsiz bir acıydı sevdiği kadının bu hali. Onun o sürekli konuşan, istediğini yaptırmak için yaptığı oyunlar, cadılık mertebesinde master yapmış karısı… Dilinin arasından mırıldandı. “Ne zaman sevdim seni böyle delicesine? Hare çok canım yanıyor. Uyanmak zorundasın!” Boğazına büyük bir yumru oturdu. Sertçe yutkundu.
Başını gürültüye çevirdi Fatih. Karısına son bir bakış atıp koridorun sonuna yürüdü.
“Söyle!” dedi Turgut Kara.
“Bu günü ömrümce bekledim Kara Turgut. Ya benimle ya tek başıma!” dedi Kadir.
Karahan ve Rüzgâr kendini zor tutuyordu. Saatlerdir Yakup Şahkıran’ı arıyorlardı ama adam sırra kadem basmış gibiydi. Polis teşkilatı Hare’nin kaza yaptığı anda bir kaç gün sonra yapacakları baskınları o saatte hayata geçirmişlerdi. Yakup Şahkıran’ın tüm kara işleri ve yanında iş yaptığı ortaklarına yapılan baskınlarda her şey ele geçirilmişti. Yüzlerce kişi göz altına alınmış milyonlar değerinde silah, uyuşturucuya polis el koymuştu. Ülkenin gündemi değişmiş Şahkıran holdinge baskın gerçekleşmişti. Ahmet Şahkıran eşi ve kızları göz altına alınmıştı. Hastanede Hare den iyi bir haber almak için bekleyen kızlar polis eşiliğinde hastaneden çıkarılmıştı.
Turgut Kara çevik bir hareketle Kadir’in boğazına geçirdi tek elini. Dişlerini sıktı. “Beni ilgilendirmez! Sen söyleyeceksin bende gidip canını alacağım.”
Nazlı ve Hurinur uzaktan izledikleri olay karşında yerlerinde çivi oldular.
Sıkılan boğazına inat, “Çek elini,” dedi Kadir. Turgut Kara daha çok bilendi. Sıktı. Elini aynı Turgut gibi hızla adamın boğazına sapladı Kadir. “Bütün hayatımı bu yolda heba ettim. Sana yedirmem!”
Fatih ikisinin de kolundan tuttu. Birbirlerini öldürecek gibi bakan iki adama da kısa bir baktıktan sonra, “Benim hakkıma göz dikmeyin,” dedi iki adamın kollarını birbirinden kurtarırken. “Bahsettiğiniz kişi benim hayatımı çaldı. Bebeğimi öldürdü. Karımın canını yaktı.”
“Hayır!”
Karahan’ın sesiyle ona döndü Fatih. “Olmaz! Uzak dur!”
“İzin istemedim.” Fatih kararlı ses tonuyla abisine meydan okudu ve dayısına döndü. “Beni götüreceksin, neredeyse beni ona götüreceksin.”
Kadir başını iki yana salladı. “Karın uyandığında seni yanında görmek ister. Beni yanında görmek isteyecek biri yok. Seni bu tehlikenin içine atamam. Hiç birinizi atamam. Ben yıllarımı harcadım. Evlenmedim hiç. Bir çocuğum bile yok. Mutlu bir güne uyanmadım. Ama siz öyle değilsiniz.”
Hurinur’un gözleri dolmuştu. Hiç beklemiyordu böyle bir açıklamayı. Çok acı geldi o an. Yüreği dağlandı.
“Kendi adına haklısın ama bu benim içindekileri hafifletmiyor. O yüzden bende geleceğim.” deyip arkasını döndüğünde Kadir şahin bakışlarıyla ve yılların getirdiği tecrübeyle belindeki silahı çıkardı. Rüzgâr ve Karahan bir adım atmadan Kadir silahın dipciğini Fatih’in ensesine çok sert indirdi. Tam istediği bölgeye denk getirmek onun için çocuk oyuncağıydı. Arkasını dönemeden bilinci kapandı Fatih’in. Yere düşmeden Rüzgâr ve Karahan son anda tutabildiler.
“Babasının yanına yatırın bence,” dedi Kadir silahı beline tekrar takarken. “Sonra gidelim.”
…
Geçmişi yüzünden inancını kaybetmiş bir insana hissettirebileceğin en güzel şey; “Artık ben varım” cümlesini iliklerine kadar yaşatmaktır…. Bölümü okuyunca aklıma geldi. Emeğinize sağlık
Fatih ailesine kavuştu ama keşke Hare’nin canıyla sınanırken olmasaydı. Emeklerine sağlık.