Uzaktan, cılız bir ışık hüzmesi sızıyordu. Yanında sadece Turgut Kara ve kardeşi Leyla vardı. Karahan ve Rüzgâr’ı getirmemekte çok direnmiş ama kazanmıştı Kadir. Yakup Şahkıran’ın saklandığı evi uzaktan gören bir tepeydi.

“Burada olacağını biliyordun,” dedi Turgut Kara.

“Biliyordum. Bu evi sadece ikimiz biliyoruz. Bir de benden sonraki adamı Burhan.”

“O da senin buraya geleceğini biliyordu.”

“Yaşadığımı öğrendiğinde evet.”

“Seni bekliyor o halde.”

“Evet.”

Evin bir kenarı göl kıyısındaydı. Diğer tarafı orman, genişçe bir arazinin içerisindeydi. Kadir gölün diğer tarafından bakıyordu eve. “Ne zaman başı sıkışsa bu eve gelir.”

“Bazen günlerce eve gelmezdi. Nefes alırdım o yokken,” dedi Leyla. “O gerçek bir zalim.”

Kadir kardeşini kolunun altına alıp ak düşmüş saçlarından öptü. “Hepsi geçti Leyla. Unut dememin faydası yok biliyorum. Kaderimizde ne varsa onu yaşadık. Belki de mahkum olduk.”

“Sen olmasan ben uzun yıllar önce canına kıymış biri olacaktım.”

“Ben vardım. Ölünceye kadar da senin yanında olacağım. Bak ne diyeceğim; seninle köyümüze gidelim mi?”

Başını kaldıran kardeşinin ay ışığında parlayan ıslak gözlerini gördü. “Annem ile babamın mezarını da buluruz değil mi?”

“Buluruz.”

Turgut Kara duygulandığını belli etmemek adına boğazını temizledi. Hayat herkese pastadaki kendi payını veriyordu. Ne eksik ne fazla…

Yere koyduğu siyah çantanın kapağını açtığında içindeki ışıkların yanıp sönüyor olması Turgut Kara’ya bomba olduğunu açıklıyordu.

“Evin her yerine döşedim. Her santimine…” diyerek leptopu açtı. “Her yere kamera yerleştirdim.”

“Önce yüzünü dağıtmak isterdim,” dedi Turgut Kara. “Hiç tatmin edici değil.”

“Eline hiç bir şey geçmezdi. Bir kaç yumruk veya bir kaç ağır sözün ona zerre etki etmeyeceğini biliyorsun. O artık yolun sonunda. Ve bunu bilmiyor. Hayatı boyunca bir şeyi çok sevdi. Seksen yaşında, ona baktığın zaman ne görüyorsun?”

“Seksen yaşında gibi görünmediğini,” diye cevap verdi Turgut Kara.

“Evet. En çok kendini sevdi çünkü. O hayata acımasız davrandı. Hayatındaki insanlara… Ama kendine hep adildi. Sattığı uyuşturuculardan bir gün bile almadı. Tatlarına bile bakmazdı. Sigara bile içmedi. Alkolden hep uzak durdu. Sadece hırsı zarar verdi ona.”

“Az sonra ölecek ve bunlar bir işe yaramayacak.”

Kadir başını aşağı yukarı salladı. “Kesinlikle öyle…” ekranda evin içine ait farklı kareler göründüğünde Leyla da onlarla birlikte evin içini izlemeye başladılar. Bahçedeki termal kameraları açtı Kadir. Kimseye rastlayamadı. Evin içinde de tek bir canlının olduğunu gördü. Anlaşılan evde tek başınaydı. Burhan’ın nerede olduğunu merak etmişti Kadir. Ki, bahçenin ortasında yatan cesedi gördü. Ve evin hemen yanında bir tekne. Tek başına kaçmayı düşünüyor olmalıydı, diye düşündü.

“Aklınca beni öldürüp tek başına kaçacak. Bilmiyor ki evin dört bir yanı sarılı. Büyük salonda tekli koltuğunda oturan sessizce bekleyen Yakup’u gördüler. Tek bir tuşa bastı Kadir. Kameraların sesini açtı. Kulaklığını taktı. Leyla ve Turgut’a birer kulaklık verdi.

“Beni mi bekliyorsun?” demesiyle Yakup başını sağa sola çevirdi. Ses evin bir çok köşesinden yayılarak geliyordu. Kadir’in evde olmadığını anlamıştı Yakup. Tekrar önüne döndü.

“Evet,” diyen Yakup’un sesi kulaklarına dolduğunda Leyla titredi. Bu sesi uzun yıllardır duymuyordu. Bir anda tüm acılarını bedeninde hissetti.

“Yıllarca bu günü bekledim ama sen bunu yeni öğrendin.”

“Çok iyi oynadın Kadir. Asla tahmin etmezdim.”

“Seni her gün öldürmek istedim. Her uyandığım sabah, seni deli gibi öldürme hissiyle yandım. Kısmet bu güneymiş.”

“Bense sana her gün daha fazla güvenerek uyandım. Sen benim en büyük pişmanlığımsın Kadir.”

“Aldığın canların pişmanlığı değil de bana güvendiğin için mi pişmansın?”

“Evet,” dedi Yakup tüm sertliğiyle ve acımasızlığıyla.

“Sen benim kardeşimi kaçırdın. Anne ve babamın ölümüne neden oldun. Leyla’ya her gün işkence ettin. Kızını öldürdün, torununu öldürdün. Bu kadar günahın varken bence beni boş ver.”

Yakup, oturduğu yerden hiç kımıldamıyordu. Başını bile oynatmıyordu. Sadece bahçeye uzanan büyük camlardan gecenin karanlığını izliyordu. Kadir karşısında gibi konuşuyordu. “Leyla nerede?”

Leyla’nın üzerinden bir ürperti geçti. Kollarını birbirine doladı. Kadir kardeşini kolunun altına çekip sıkıca sarıldı.

“Buradayım.” Leyla’nın sesini duyduğunda gülümsedi Yakup. “Göremiyorum seni Leyla. Keşke yanıma gelseydin.”

“Bana yeni işkenceler yapman için mi?”

“Çok nankör bir kadındın Leyla. Sana ihtişamlı bir hayat sundum. Sen bir gün bile bana sevgiyle bakmadın.”

“Keşke o hayatı sunarken bana da sorsaydın. Ya da biraz insan olsaydın en azından sana saygı duyabilirdim. Ama sen bana bir insana yapılmayacak işkenceler yaptın.”

“Gözlerinde kendimi göremediğim her güne uyandığımda seni öldürmek ve sevmek arasında kaldım. Ne sevebildim ne öldürebildim.”

“Kendine haksızlık ediyorsun Yakup. Sen beni öldürdün. Hayatımı elimden aldın ve ben o gün ölmüştüm. Halâ yaşıyor olmam sana bir şey ifade etmesin. Dünya da sadece nefes alıyorum.”

Kadir bu konuşmayı burada kesmek istedi. Ne ileri gidiyordu konuşma ne geri. Bu konuşulanlar kimseye yarar getirmeyecekti. Turgut Kara onları izlerken kendini sessize aldı. Evet öfkeliydi. Yakup karşısında olsa, bu insanların husumeti olmasa onu en ufak parçalara ayırır kül ederdi. Ama bu izlediği sahneler kendi derdini unutturmaya yetmişti.

Çantanın içinde bulunan bomba düzeneğine derin bir nefes alarak baktı Kadir. Yakup sayesinde katil olmuştu. Can almıştı. Yakup onun son leşi olacaktı. Kardeşi için hayatından vazgeçmişti. Bugün için nefes almıştı ve sona gelmişti. Kenarda duran ufak kumandayı eline aldı. “Yanına geleceğim Yakup.”

“Bekleyeceğim. Beni cehennemde yalnız bırakma,” dedi ve ardından kahkaha attı Yakup. Kadir’in dudakları kıvrıldı. “Senin bulunacağın cehennemi anca senin gibiler doldurur ama illaki görüşürüz.”

Turgut Kara dikkatle izlediği adamın ölüme gider sözleriyle gözlerini kıstı. Kulaklığını hızla çıkardı. Kadir’e çıkar işareti yaptı. “Ne oldu?” der gibi başını salladı. Kulaklığı hala kulağındaydı. Turgut Kara işaret parmağını ekrana götürdü. Elini silah şekline getirip başına dayadığında Kadir’in gözleri büyüdü ve anında kısıldı. “Ah sana ne diyecektim Yakup,” dedi onu lafa tutmak için. “Şahkıran holdingi temize çıkaracağım biliyor musun?”

“Ben yoksam Şahkıran diye bir şey kalmaz o yüzden ilgimi çekmiyor,” dedi Yakup.

“Başına da Fatih’i geçireceğim. O senin tek erkek torunun.” Yakup dişlerini sıktı. “Kadir,” diye inledi.

Kadir elinin içindeki kumandanın patlatma tuşuna parmağını koydu. Yakup’un öfkesi onu mutlu etmişti. “Neyin var yok ona kalacak. Bizzat ben organize edeceğim.”

Yakup hırsla yerinden kalktı. Koltuğun kenarına sakladığı silahıyla tam tür döndü olduğu yerde. “Çık karşıma!” dedi evin içine ateş açmaya başladı. “Çık!” diye bağırdı.

“Çıkacağım Yakup ama şimdi değil. Cehennem de bile görmek istemiyorum seni ateşin bol olsun.”

Kadir bir söz vermişti… Günü geldiğinde intikam ateşi gök yüzünü kızıla boyayarak ışıklandıracaktı. Büyük alev topu geçmişi geri getiremeyecekti belki… Dünya bir pislikten daha arınırken bir avuç insan özgür kalabilecekti sadece…

….

Gözlerini zorla açmaya çalıştı. Loş bir ışık çarptı gözlerine. Bir kaç kez  açıp kapatmak zorunda kaldı. Bedeni külçe gibiydi. Ağır ve cansız…

Elini alnına götürdü. Başı ağrıyordu biraz. Ensesindeki ağrıda kendini belli etmişti. Yüzünü buruşturdu. “Hare,” dedi alçak sesiyle. Gözleri sonuna kadar açıldı. Yerinden hızla doğruluğunda omzunda bir el hissetti. Başını çevirdiğinde onu gördü. Babasını…

“Karın uyuyor. Durumu hala aynı.” Babası onu omzundan yavaşça iterek yastığa başını geri koymasını sağladı. Baş ucunda babasını görmesiyle aklı birden dağılmıştı. İtiraz edemediği gibi konuşmadı da. Yatağın yanına koyduğu sandalyede saatlerdir oğlunu izliyordu Sait. Karısı Nisa koltukta oğlunu izlerken uykuya dalmıştı. Karı koca sessizce, saatlerce oğullarını izlemişlerdi.

Elini çekti Fatih’in omzundan. Ama bakışlarını çekmedi. “Kızıl saçlı bir kadın geldi. Adı Zeynep’miş. Sana igne yaptı. Tam olarak şöyle dedi; Bu iğneyi yapmak zorundayım sıfır kilometre baba. Yoksa oğlun birazdan uyanır ve cengaverlik peşine düşer, dedi. Yaklaşık olarak beş saattir uyuyorsun. Ve biz beş saattir seni izliyoruz.” Başıyla odanın içindeki siyah deri koltukta uyuyan kadını işaret etti Sait. Fatih göz ucuyla annesine baktığında içi ezildi. İki büklüm yatıyordu. Sarı saçları yüzünü kapatmıştı.

“Seni kaybettiğimizi sandığımız da annenin tek bir cümlesi yıkmıştı beni. Bunu ona hiç söylemedim. Daha fazla üzülsün istemedim.”

Sait’in yürek burkan sesine kayıtsız kalamadı. Adamdan kaçırdığı gözlerini ağır ağır ona çevirdi. “Ne sözü?” Sait uyuyan karısına çevirdi bakışlarını. “Neden gittin oğlum, dedi. Biz seninle daha göz göze gelecektik.” Başını önüne eğdi Sait. Boğazına bir düğümün ilmeği atıldı. Annesinden çekmediği bakışları sevgiyle kısıldı. Hare de uyandığında böyle mi diyecekti?

“O günden sonra gülüşleri hep yarım kaldı. Yaşadığını bilmiyorduk ama o seni varmışsın gibi özlüyordu. Ferid’i kucağına aldığında bile eksilmedi özlemi. Seni rüyalarında görürdü, ben bilinç altı diye düşünürdüm. Kısacası sen hep vardın. Hiç gitmemiştin. Evimizin içinde gibiydin. Yerin annenin kalbiydi.”

Yattığı yerden doğruldu. Bacaklarını aşağı sarkıttı. Babasından, annesindeki yerini dinliyordu. Peki ya babası ne düşünüyordu? Bedenini yataktan indirip ayakkabılarını giydi. Ayakta babasına bakıyordu. Kendine bu kadar benzeyen bir adam… “Yıllarca aynada kendimi izledim. Bu suratın kime benzediğini deli gibi merak ettim,” dedi.

Sait’te ayağa kalktığında aynı boyda olan baba oğul karşı karşıya durdu. “Açıkçası fazla benziyoruz,” dedi Sait kırık bir gülüşle.

Fatih gülümseyen adama içinden sıcak bir şeyler aktığını hissetti. Sevgi damarlarda mı gezinirdi? Bilemedi. Anne baba için olabilirdi. Babanız bir cani bile olsa severdiniz. “Bana annemi anlattın ama ben onun beni ne kadar sevdiğini biliyorum.”

“Nasıl?” dedi Sait kaşları havada şaşkın yüz ifadesiyle.

“Beni onun rüyalarına götüren, onu da benim rüyalarıma getirdi. Ama seni hiç getirmedi. Sen beni hiç sevmedin mi? Özlemedin mi?” Sait kalbine ağır bir darbe yemiş gibi yerinde kımıldadı. Nisa o kadar çok dert edinmişti ki Sait bir kelime söylemeye korkar olmuştu. Nisa köşe bucak ağlarken Sait onu teselli etmek için peşinden koşmuştu. Nisa oğlu için yanarken Sait karısı için derdi Nisa edinmişti. Ama oğlunu çok sevmişti. Mezara elleriyle oğlu sandığı bebeği yerleştirirken ömründen yıllar gitmişti. Genç yaşta evlat acısını tatmıştı. Göz kapaklarını usulca oğlunu görmek için kaldırdı.

“Ben seni öyle çok sevdim ki adını anmaya kalbim korkardı. Anarsam erkek olduğuma bakmadan ağlarım anneni de ağlatırım diye daha çok korkardım. Ben seni içimde yaşadım,” dedi sesi sonuna doğru kısılırken.

Kalbi ağzında atmıştı Fatih’in. Bu kadar güzel sözler duymayı beklememişti. Gözlerindeki sevgi kıvılcımları babasına ulaşıyordu. Adamın dolu gözleri akacak gibiydi. “Bende senin kadar özler miyim bebeğimi?” diye sordu.

Sait derin nefes alıp başını iki yana salladı. “Sanmıyorum,” diyebildi. “Ben seni ellerimle vermiştim toprağa. Minicik bir bedenin soğukluğu kalmıştı tenimde. Sen bunları yaşamadın. Yaşama inşAllah.”

“Amin baba.”

Sait oğlunun gözlerine bakarken donup kalmıştı. Hareket edemiyordu. Baba, demişti. Baba! Yirmi sekiz yıl sonra baba. Fatih hiç bir zaman ailesinden nefret etmemişti. Her ihtimali aklında canlandırmıştı. Bilmediği insanlardan nefret etmeyecek kadar asildi onun kalbi. Yalnızlık o kadar acımasızdı ki nefret etmek için bile olmalarını istemeyi dilemişti.

Odanın içini bir hıçkırık sardığında Sait şaşkınca karısına döndü. Uyanmış olan karısı uzun süredir oğlunu ve kocasını izliyordu. Oğluna döndü tekrar. Kollarını kocaman açtığında Fatih hiç düşünmeden sarıldı. Nisa çıplak ayak yanlarına geldi. Gözlerini silip gülüşüyle karışık ağlamsı sesiyle, “Çok kıskandım,” dedi.

Babasından ayrılan Fatih elini annesinin yüzüne bıraktı. “İnanılmaz biliyor musun?” Oğlunun dokunuşuyla kendini cennette saydı Nisa. Elini oğlunun elinin üzerine koydu. “Pek çok şey ama sen hangisini söylüyorsun?”

“Rüyalarıma gelen kadının aynısı olman. Bakışların bile aynı. Saçların…” Nisa bir kaç damla yaş daha yuvarladı gözlerinden. Uzun boylu oğlunun geniş göğsüne koydu başını. “Seni çok seviyorum oğlum. Yemin ederim seni ben bırakmadım.” Kollarını annesinin ince bedenine sararken gözlerini kapattı. “En son on üç yaşımda sarıldım sana,” dedi annesinin saçlarını öperken.
Sait gözlerini sildi. Bu sahne için tam yedi yıldır bekliyorlardı. Beklemek ölüm gibiydi. Sonucu… mutluluğun en büyüğü. ‘Çok şükür Allah’ım’ dedi içinden.

Annesinden ayrılıp yukardan baktı ela gözlere. “Dün gece Hare bana ‘anneni çok merak ediyorum’ demişti.”

“Neden öyle demişti?” diye sordu Nisa.

Kendini öven sözler aklına gelince diline vurmadı. “O uyanacak, o zaman ona sorarsın. Şimdi gidip onu göreceğim. Doktoruyla konuşacağım.”

Nisa ve Sait gülümsedi. “Onu seviyorsun,” dedi Nisa. Fatih gülümseyerek, “Çok!” dedi arkasını dönüp durdu ve bedenini tekrar annesiyle babasına çevirdi.

“Benim başıma kim vurdu? Ne zaman gittiler?”

Sait, “Kadir, annen onu parçalayacaktı az daha,” dedi.

“Neden?” diye sordu Fatih.

“Ne neden? Ben daha dokunmaya kıyamıyorum. O kalkmış başına vurmuş,” dedi Nisa suratını sertleştirip.

Fatih annesine parlayan gözleriyle baktı. “Anne?” dedi. Nisa’nın kalbi tekledi. Gözleri mutluluktan doldu ilk defa. Sesi titredi. “Oğlum.” dedi sesi titreyerek.

Birilerinin, Karahan Atabey ve ailesi dışında ilk defa başka birileri tarafından korunmak içini sevgiyle doldurmuştu. Başını iki yana salladı. “Hiç. Ben Hare’ye bakacağım.” Arkasını dönerek odadan çıktığında karı koca birbirlerine bakıp gülümsediler. “Alacağın olsun Sait beni yıllardır kandırdın.”

“Bak sen? Nasıl olmuş o?” dedi karısına bir adım atıp kollarına aldı. “Hiç adını anmıyordun. Onu hiç umursamıyorsun diye düşündüm hep.”

“Ben mi yapmışım onu? Sadece seni düşünüyordum.” Nisa kocasına sarıldı. “Sen beni çok sevdin. Benim seni sevdiğimden daha çok,” dedi Nisa.

“Ha şunu bileydin.”

“Küstah.”

Doktordan aldığı bilgiler bir öncekilerin aynısıydı. Uyuyacak, diyordu doktor. İyi olacaktı biliyordu Fatih. Kalbine inanıyordu. Aşkına inanıyordu. Tek bir olumsuz düşünceye yer vermiyordu aklında, kalbinde. Yanına gelen beyaz gömlekli Aslı’ya baktı ve sonra karısını izlemeye devam etti.

“Neden eve gitmedin abla.”

Aslı başını yana yatırdı. “Nöbetteyim farz et,” dedi. Fatih öyle olmadığını fark edip olumlu anlamda başını salladı. “Onu sevdiğini söyledin mi?”

“Tam olarak değil,” dedi Hare den çekmedi bakışlarını. “Onu sevdiğimi nereden biliyorsun? Herkes biliyor biz onunla aşk evliliği yapmadık?”

“Doğru soruyu yanlış kişiye soruyorsun,” diyen Aslı’yı başıyla onayladı. “Ben hiç sevmemişim biliyor musun? Onu hiç sevmemişim.”

“Bunu nasıl anladın?”

“Bilemiyorum. Başka, farklı yeterli mi?”

“Değil.”

“Aşk nedir abla?”

“Bir tekneden yemek yemektir.” Fatih kaşlarını çatıp Aslı’ya döndü. “O ne demek?”

“O şu demek; Teknenin içinde ne varsa ikinize de uymaz ama yersiniz. Sen o seviyor diye yersin o, sen seviyorsun diye yük olmadan severek yer. Başka şeyler de vardır. Bir gülüşü paylaşırsın bazen… Bazen bir göz yaşını… Bazen acıyı paylaşırsın… Bazen tatlıyı… Bazen bir bisküviyi ikiye bölersin, bazen hepsini ona verirsin. Kıyamazsın. Ağlarsa yüreğin yanar. Gülerse güneşler açar. Bazen bulutlar da gelir kapatır havayı. Ama sen karanlığa inat yine seversin.”

Aslı’nın sözlerini dinlerken gözleri Hare’yi bulmuştu yine. Hare onun, bazen ki bazılarıydı. Hayatını onduran kadındı. O kadının yaralarını sarmak isterken Hare, bazenleriyle Fatih’i baştan yapılandırmıştı. “O benim en büyük şansım. Bazen olacakların tek sahibi. O uyanacak!”

“Hiç şüphen olmasın.” Aslı yeşil gözlerini Fatih’e çevirdi. “İçeri girmek istersin bence,” dedi çakal bakışlarıyla. Fatih’in ışıldayan gözleri çıldırdığına işaretti. “Girebilir miyim?”

“Ah Fatih hep Karahan’la geziyorsun, bir ara Yiğit abinden ders al. İkizleri dünyaya getirirken kalp krizi geçirmiştim. Yiğit kapıları kırıp içeri girmişti.”

Fatih ilk defa duyduğu sözlerle şaşkına uğradı. “Sonra?” dedi.

“Sonra ne olacak bu şaşkın ben öldüm sanmış orada oda kalp krizi geçirdi.”

Fatih’in kaşları iyice havaya kalktı. “Daha sonra?” diye sordu. Aslı gülümsedi. “Daha sonra bir uyandım yanımda yatıyor.” Fatih gülümsemesine engel olamadı.

“Aşkın gücü diyoruz biz doktorlar bu duruma. Sen de burada olduğunu ona hissettir. Uyanması için ona yardımcı olabilirsin.”

“Doktora sormuştum ama bana girmememin daha iyi olacağını söylemişti. Bir zararı olmasın?”

Aslı göz devirdi. “O doktorsa ben de doktorum. Tabii bu aramızda kalsın,” deyip göz kırptı. “Gel seni hazırlayalım.”

Hare’nin yanına girmek için mavi gömleği giyip başına da bone takmıştı. Aslı kapının önünden ayrılmayacağını söyleyip istediği kadar kalacağını da eklemişti. Fatih odaya girdiğinde burnuna dolan ilaç kokusu içinin sızlamasına neden olmuştu. Hare çiçek gibi kokardı…. Ama şimdi ilaç kokusu alıyordu.

Kendinden habersiz derin uykunun kollarından sallanan karısının yanına yaklaştı. Odanın içinde sandalye yoktu. Yanında ayakta durdu. Alnındaki yaraya baktığında kendini daha kötü hissetti. Büyükce bir şişlik alının kenarındaydı. Mor rengi almıştı. Öpmek istedi ama korktu. Daha çok canını acıtırım endişesiyle yaradan uzak bir köşeye dudaklarını bastırdı. Güzel yüzü solmuştu karısının. Ruh gibiydi. “Senin bu hâline hiç alışık değilim biliyorsun. Seni tanıdığım günden bu güne kadar karşımda hep cesur, her zaman kararlı ve cıvıl cıvıldın.” Kirpikleri bile kımıldamıyordu. Konuştukça karşılık alamadığı kadın canını daha çok yakıyordu.

Hare, ona bir şey dendiğinde anında karşılık veren bir kadındı. “Uyanacağını biliyorum. Sabır… Sadece sabrediyorum. Uyandığında daha mutlu olacağız. Ben seni daha çok daha fazla seveceğim. Seni bu dünya da hiç kimsenin sevmediği kadar seveceğime söz veriyorum Hare, yeter ki uyan. Bir acıyı daha kaldıramam. Hele seni…” dedi gözlerini kapatıp başını iki yana salladı. “Döneceğin günü sabırla bekleyeceğim.” Makinaya bağlı olan eline dokunmadı. Diğer elini tutup dudaklarına götürüp sıkıca bastırdı. En derinden öptü elini. Kadının ruhuna ‘Ben buradayım’ dercesine benliğinden verdi. Usulca yerine bıraktı Hare’nin elini. “Sen uyurken söylemek geçen sefer eğlenceli gelmişti. Bu canımı yakıyor ama seni çok seviyorum tatlı cadım.” Göğsüne kadar çekili örtünün açık bıraktığı omzundaki morluğa dudaklarını narince bastırdı. Arkasına baka baka odadan çıktı. Aslı sırtını verdiği duvardan doğruldu.

Fatih’in üzüntüyle kavrulan yüz hatlarını gördüğünde her şey lanet etti en çok Yakup’a… “Üzme kendini, çok saçma bir söz biliyorum Fatih. Onun düzeleceğini biliyorsun bununla mutlu olmalısın. O çok inatçı bir kadın. Sana geri dönecek.”

Dişlerini sıktı Fatih. Başını önüne eğdi. “Biliyorum Abla,” diyebildi.

“Bildiğini biliyorum. Şöyle düşün; O Karahan ve Rüzgâr gibi adamların kız kardeşi. Ne kadar inatçı… Hele ki Aşkta ne denli inat olduklarını biliyoruz. O seni bırakmayacak.”

“Doğru. Bilirim.” Etrafına bakındı istem dışı. “Onlar nerede?”

Aslı elini havada salladı. “Övdüğüme de bakma. Hare’nin yanına sokmayan doktoru ikna çabalarından yorulunca aşağı indiler. Burada bir Aslı var diyen yok. Ara sıra akılları çalışmıyor.”

Fatih minicik bir tebessüm etti. “Sen herkesin hayatında olması gereken birisin. Neyse ki şans bize vurmuş.”

Aslı saçını arkaya attı. “Ah evlâdım aynen öyle bir Aslı kolay yetişmiyor.”

“Bence yetişiyor. Aslınaz yolundan yürüyor sanki.”

Aslı’nın gözleri parladı. “Farkındayım. Gelecekte onunla çok işler yapacağız gibi hissediyorum.”

“Abim duymasın.”

“Aman onu takan kim? Hadi sende dinlen. Ben bu gece buradayım.”

“Saatlerce uyutmuş Zeynep abla beni. Dinlendim. Ben abilerimi bulayım.”

Aslı tamam anlamında başını salladı ve yanından geçip giden adamın ardından omuzlarını düşürdü. Fatih’in aklını dağıtmak için elinden ne gelirse yapmaya çalışmıştı. Başarılı oldu gibiydi. En azından şimdilik… Fatih’in ardından bakıp Hare’yi izlemek için cama yaklaştı. “Bana bak kızım! Uyanmak zorundasın. Bu adam bırakılır mı? Valla kaparlar ham yaparlar kocanı.” Hare’nin uyanmama ihtimalini biliyordu Aslı. Gözleri doldu. Her aşk acıtmamalıydı. “Uyan Hare…” diye mırıldandı. “Fatih bu hayatta iki kez kaybetmemeli…”

….

Saatlerdir aynı koridorda bir uçtan bir uca yürüyordu. Daha bir gece olmuştu. Umut tükenmezdi ama eritirdi. Karahan abisi bir köşede oturuyordu. Rüzgâr abisi bir köşede. Anne ve babası yan yana sessizce bekliyorlardı. Yiğit karısını tek bırakmamış gelmiş sevdiklerinin derdini dert edinen karısının başını omzuna yaslamıştı. Konuşmak için kelamlar tükenmişti. Herkes iç dünyasına çekilmişti. Rüzgâr kardeşinin uyuşturucu kullandığını nasıl fark etmediğini düşünüyordu.

Karahan gerçeği öğrenmek için çok geç kaldığına yanıyordu. Yapacak bir şeyi olmamasına rağmen…

Asansör kapısı açıldığında hızlı ayak seslerine döndüler. Kadir, Leyla ve Turgut Kara yanlarına yaklaşıyorlardı. Ayaklanıp ortada buluştular. Kadir’in yüzündeki mutluluk ifadesinden her şey okunuyordu.

“Bitti!”

Karahan babasına baktı. Turgut Kara öfkesini alamamıştı ama Kadir’e karşı koymakta içinden gelmemişti. “Ne bakıyorsun? Bu psikopat onu havaya uçurdu. Bir yumruk bile atamadım.”

Nisa bir evlattı ama zerre üzülmemişti. “Şükürler olsun,” dedi annesine sarılıp. Leyla kızını sıkıca sardı. “Bitti kızım.”

Nisa başını hızla kaldırdı. “Ya Abim?” dedi dayısına bakarak. “Kızlar ya Nihan? Onlar ne olacak?”

“Birazdan gidip çıkaracağım. Onların bir suçu yok. Anlaşmamıza Ahmet ve ailesi de dahildi,” dedi Kadir.

Fatih sadece dinliyordu. İsimlerini biliyordu ama görmemişti. Kızları uzaktan tutuklanırken görmüştü sadece. “Avukat lazım mı?” diye sordu dayısına.

“Yasal presedür için evet. Serbest kalmaları için hayır.”

“Mehmet yanlarında Merak etme Fatih. Sabahtan beri uğraşıyor,” dedi Karahan. Kadir, “Nisa bir ekip arabası aşağıda sizi eve götürmek için bekliyor. Çocuklar nerede?”

“Çocuklar burada Aslı onları bir odaya yerleştirdi,” dedi Aslı’ya bakıp. Fatih neden şaşırmıyordu? Aslı her yere yetişebilen bir kadındı. Kendi tanışmadığı kardeşlerine bile göz kulak olabiliyordu Aslı.

“Eve gitmeyeceğim dayı. En azından bu gece. O eve de dönmek istemiyorum. Buraya çok uzak.” Kadir başını olumlu anlamda salladı. “Bu gece burada kalın ben sabaha anca dönerim.”

Kadir arkasını döndüğünde Rüzgâr’ın ve Karahan’ın aynı anda telefonu çalınca durdu. Aynı anda çalan telefonlar hiç iyi haber getirmiyordu. Birbirlerine bakan adamlar ellerini ceplerine atıp telefonlarını aldılar. Rüzgâr’ın gözleri büyüdü. Karahan kaş çattı.

İkisi de aynı anda açtılar.

Karahan, “Açın yolu,” dedi.

Rüzgâr, “Geliyorum,” dedi.

Telefonlarını kapatan adamlara bakan aile sessizlik içinde bakıyordu. Fatih, “Abi?” dedi.

Rüzgâr, “Karacadağlı Aşireti aşağıda ve yukarı geliyor,” dedi.

Turgut Kara yerinde kıpırdandı. “Deden mi?”

Karahan eliyle alnını ovuşturdu. “Sadece o değil baba on araba gelmişler.”

Turgut Kara dişlerini sıktı. Elini ensesine atıp arkasını döndü. “Tamam,” diyebildi onca sözü varken. Her şey çocukları içindi. Rüzgâr da onun çocuğuydu. Başlarına bir şey gelse canı yanardı. Karahan beyaz zemine tekme attı. “S…..m Allah belanı versin Derya,” diye bağırdı.

Rüzgâr çaresiz babaya ve abiye bakmakla yetindi. Karahan’ı sessizce onayladı. ‘Amin.’

Recommended Articles

1 Comment

  1. Yakup belasından kurtulduk ama olan Hare ve Fatih’in bebeğine oldu ona üzülüyor insan. Emeklerine sağlık.

Leave a Reply

Your email address will not be published.

error: Content is protected !!