Güneş, her vakit olduğu gibi kalenin ardından doğduğunda getirdiği aydınlık değildi. Kara bulutlar sarmaladı göğün dört bir yanını. Doğduğu yer görünmez, ışığı seçilemez oldu. Sureti kaybolan şehir öylesine güçlü bir rüzgarla bezendi ki insanlar kara kışı andıran bir yaz gününe açtı gözlerini. Çarşıdaki dükkanlarını besmele ile açan esnaf, hayvanları için yola düşen çoban, bahçelerine hasat için inen çiftçiler, ev ahalisinden önce uyanan kadınlar… Her biri şaşırsa da hayır getirmesini dileyip işlerine devam ettiler.
Oysa bilselerdi tarihin tekerrür ettiğini, genç yaşlı her biri Cesur Konağının kapısına siper etmezler miydi kendilerini? Kabil’e dur deyip, masumun kanının dökülmesine mani olmazlar mıydı? Bilemediler. O gün şehrin kaderinin değişeceğini hissedemediler.
Kenan, güneş kalenin ardında göründüğünde çıktı yatağından. Gece boyu uyuyamamıştı. Buna rağmen zerre yorgun hissetmiyordu kendini. Zira onun için çok özel bir gündü. Babası ve ağabeyiyle birlikte ilk kez şehir dışına, İskenderun’a gidecekti. Sebebi iş gezisi olsa da onlarla böyle bir yolculuğa çıkacağı için çok heyecanlıydı. Üstelik günü anlamlı kılan başka bir nedeni daha vardı: Gece yarısından sonra bir yaş daha alacak, on yedi yaşına adım atmış olacaktı. Soyunun gözünde bir çocuk değil, bir delikanlı olarak görülecekti. Her şeyden önemlisi babası artık onun büyüdüğünü anlayacaktı.
Yüzünü odasındaki küçük banyoda yıkadı. Ailesinin alacağı hediyenin düşüncesiyle dudaklarındaki ıslık, gözlerindeki heyecanlı parıltılarla dolabının önüne geçti. Birbirinden renkli tişortlarının üzerinde gezindi parmakları. Yakalı ve beyaz renktekini çekip, aldı. Kot pantolonlarından koyu olanı çekti askısından. İkisini de yan yana yatağının üzerine bıraktı. Üstündekileri çıkarıp, hazırladığı kıyafetlerini giyerken dudaklarında keyifli bir şarkının mırıltısı vardı. Nemli yüzünden süzülen damlaların tişortunun göğsünde izler bıraktığını fark ettiğinde umursamadı. Yaz sıcağında hemen kuruyacağına emindi. Yatağının etrafından dolaştı. Bir önceki yaş günü hediyesini bıraktığı komidinin üzerinden aldı. Deri kayışını geçirdi bileğine. Kadranını çevirip, merkezine dokundu. Soy isimlerinin işlendiği kısımda gezinirken parmakları dudakları mutlulukla kıvrıldı. Onun için öyle özel ve değerliydi ki… Epey erken olduğunu fark ettiğinde aşağıya inip, sıcak bir bardak süt içmek istedi. Spor ayakkabılarını hızlıca giyip, odasından dışarı adım attığı anda sert bir rüzgar çarptı yüzüne. Toprak kokusu sardı bedenini. Gözlerini kapatıp çok sevdiği kokuyu çekti içine.
Arkadaşlarının pek çoğunun aksine Kenan doğduğu ve büyüdüğü bu şehri seviyordu. Okulundan geri kalan zamanlarında günleri yalnızlıkla geçse de mutluydu. Babası ve ağabeyi işleri nedeniyle gün boyu şirkette oluyordu. Olağanüstü bir durum olmadığı sürece ayda bir düzenlenen yedi Aşiretin toplantıları içinde şehir dışına çıkıyorlardı. Anasıysa amcasının konağında oluyordu. Yengesi vefat ettiğinden beri doğumda öksüz kalan ikizlere bakıyordu. Bunun için kahvaltı masasından kalkan babasının ardından hemen çıkıyordu. Kuzenlerine gösterdiği ilgiyi pek çok kez kıskanırken bulurdu Kenan kendisini. Zira anası okul dönüşünde bir kez kapıda karşılamamış, saçını okşayıp önüne bir tas çorba koyma gayreti göstermemişti. Anlayış göstermeye çabalasa da kalbinin sızısını eskisi kadar yok sayamıyordu. Şefkati ve sevgisiyle onu sarmalayan bir tek ağabeyi vardı. Onun sayesinde mutlu oluyordu Kenan. Hiçbir şeyden ve hiç kimseden korkmuyordu. Zira ağabeyinin her zaman ardında olduğunu biliyordu. Bu his onun için paha biçilemeyecek kadar değerliydi.
Tırabzanlara yaslanıp, avluda gezdirdi kara gözlerini. Mutfaktan gelen sesler dışında konak sessizdi. Başını çevirip, odasının hemen yanındaki ahşap kapıya baktı. Aşağı inmeden önce ağabeyini uyandırabilirdi. Sabahları kendi uyanmayınca gün boyu huysuz olur, söylenirdi. Bu hallerini çok eğlenceli bulurdu Kenan. Yüzündeki tebessümle yaklaşıp, metal kulpu kavrayıp indirdi. Kapı geriye doğru açılırken, yavaşça adım attı eşikten. Lakin beklediğini bulamadı. Yatak hiç bozulmamıştı. Gece boyu ağabeyini misafir etmemiş olduğu aşikardı. Bir ses işittiğinde o yöne döndü. Ağabeyi oradaydı. Çalışma masasının üzerine eğilmiş, bir şeyler yazıyordu. O da uyuyamamış olmalıydı. Merakla yaklaştı. İki adım gerisinde durdu. Mürekkebe batırdığı kalemiyle yazdığı satırı okuyabilmek için kıstı gözlerini.
“Ne olur beni anla, damla damla tükeniyorum.”
Şiirleri sevdiğini bilirdi ağabeyinin. Lakin sadece okurken görürdü onu. İlk kez yazdığına şahit oluyordu. Çatıldı kaşları. Ağabeyi bu hüzünlü satırları kime yazıyordu? Bu yakarış kimeydi? Elinin tersiyle gözlerini sildiğini gördüğünde şaşkınlıkla aralandı dudakları. Her daim gücü ve korkusuzluğuyla bildiği ağabeyi ağlıyor muydu? Ne yapacağını bilemedi Kenan. Birkaç kelime daha yazarak, defteri kapadığını gördüğünde daha fazla sessiz kalamadı. Varlığını hissettirmek istedi. Omzuna dokundu. İrkilerek ardına dönüşünü izlerken çekti parmaklarını usulca. Nemlenmiş, bal rengi gözlere baktı şefkatle. Her zaman ağabeyinin kendisine sunduğu bu değerli hissi ilk kez sunan taraf olmuştu.
“Kenan.”
Telaşla önüne dönüp, el yazısı ile bezediği defteri kapatışını izlerken, ne diyeceğini bilemedi Kenan.
“Sen… Ne vakittir buradasın?”
“Kutsal! Kenan! Uyanamadınız mı?”
O an Korkut Ağa seslenmemiş olsa Kenan ağabeyinin derdini soracak, o defterdeki satırların sahibini, ağabeyine gözyaşını armağan edeni işitebilecekti. Her zaman ona derman olmaya çalışan ağabeyine bu kez o derman olabilecekti.
“Kutsal!”
Anasının seslenişiyle geri adım attı Kenan. “Yeni geldim.” Dedi Ağabeyine. Onun rahatlayarak, çekmeceye defteri koyuşunu izledi. Doğrulup, sandalyenin ardındaki ceketini giyerken “Haydi babamı bekletmeyelim.” Dedi. Kenan onun kaçarcasına çıkışının ardından kapalı duran çekmeceye baktı. Ne denli merak ediyor olsa da ağabeyinden öğrenmeliydi.
“Döndüğüm vakit…’ dedi içinden. ‘O zaman öğreneceğim.’ Bu isteğinin asla gerçekleşmeyeceğini ise henüz bilmiyordu.
Güllerle bezeli tırabzanların önünde buldu ağabeyini. Siyah takım elbisesi üzerindeydi. Uzun bedeniyle öylesine heybetliydi görünüyordu ki… Az önceki haline şahit olmasa görünüşüne inanabilirdi. Artık biliyordu Kenan. Ağabeyini bir zehir gibi içten içe tüketen derdin farkındaydı. Ne zamandır bu haldeydi? Nasıl görememişti? Nasıl fark edememişti gözlerine çöreklenmiş acının izlerini. Güzel yüzündeki gölgeyi şimdiye dek nasıl fark edememişti? Omuzlarındaki yükü nasıl görememişti?
“Kim suladı gülleri?”
Sıklıkla şahit olmadığı kızgın sesini işittiğinde sıyrıldı düşüncelerinden. Ona doğru yürüdü. Hızlı adımlarla yanlarına gelen hizmetli kadının “Toprakları susuzdu Ağam.” Dediğini işittiğinde ağabeyine baktı. Başını eğmiş henüz açmamış gül goncasını okşuyordu.
“Ne vakittir güllerin dilinden anlar oldunuz?” Öfkesi dinmemişti. Kenan, ağabeyinin alışkın olmadığı halini zapt edebilmek için kadına başıyla gitmesini işaret etti. Ağabeyi fark etmemişti. Dikdörtgen saksıların her birini dikkatle incelerken söyleniyordu. “Toprağının her zerresine eşit dökülmesi gerek suyun. Fazla su sadece acı verir. Soldurur.”
Birkaç hafta önce konağa getirdiği al gülleri elleriyle dikmişti. Babası varisinin çiçeklere olan ilgisinden hoşlanmasa da sesini çıkaramamıştı. Zira ona engeller koyamayacağını bilirdi. Kutsal Cesur ne denli sakin görünse de içinde deli bir fırtına saklardı. Gözü karardığında ise kimse önünde duramazdı. Ağabeyiyle bu yönlerinin ortak olduğunu henüz bilmiyordu Kenan. Kendini, hislerini keşfedememişti.
Daha önceleri ağabeyinin çiçeklere bu denli ilgi gösterdiğini görmemişti. Bu yüzden epeyce şaşırmıştı. Oysa şimdi anlayabiliyordu. Güllere olan ilgisinin sebebi defterdeki satırların yazıldığı kadın olmalıydı. Gülümsemek için çabaladı. Şahit olduğu anlar onu fazlasıyla sarsmış olsa da güçlü durmak zorundaydı. “Hava epey sıcak. Toprak biz dönene dek suyu çekecektir ağabey.” Sesinin tonundaki şefkat ağabeyini sakinleştirmeye yetti. Sözlerini kabul ettiğini başını sallayarak belli eden ağabeyinin koluna girip, merdivenlere yöneldi. “Gidelim artık. Babam limana gitmekten vazgeçecek yoksa.”
**
Kapının önünde üç araba bekliyordu. Etrafı saran adamlar yola çıkmaya hazırdı. Tek eksik hürmet ettikleri Ağaları ve oğullarıydı.
“Yolunuz açık olsun.”
Ağabeyini öpen ve sıkıca sarılan anasına bakarken uzun zamandır görmezden geldiği hakikatle bir kez daha yüzleşti Kenan. Sevgi dolu gözler yüzüne değdiğinde hızla değişti. Yerini bedenini ayazda kalmışçasına titretecek kadar soğuk bir bakış aldı. Ağabeyini saran ellerden sadece birini uzattığında yutkundu. Sarılmak için bir çabası dahi olmamıştı. Yüzüne dokunmak, sevgi dolu bir buse bırakmakta değildi anasının niyeti. Sadece elini öptürmek, bir yabancı gibi uğurlamaktı istediği. Sebebini bilmediği şekilde uzak duruyordu yine. Bir kabahati yoktu. Biliyordu Kenan. Her zaman üzerine düşen vazifeleri yerine getirmek için çabalar, ne saygı da kusur eder ne de güler yüzünü eksik ederdi. Peki neydi bu uzaklığın sebebi? Düşünceler içerisinde kavradığı eli dudaklarını kısacık değdirip, alnına yasladı. Bir kez daha o gözlerle karşılaşmamak için başını kaldırıp bakmadı. Ağabeyinin ardından telaşlı adımlarla çıktı avludan.
Çok uzun bir yoldan gelmiş gibi nefes nefese kalmıştı. Derin bir nefes alırken, Seyis Aziz’i gördü sokağın başında. Ağabeyi ona doğru yürüyordu. Ardından gidecekken Korkut Ağa çıktı kapıdan. Hareketlenen adamlar, az ileride onları bekleyen arabanın kapılarını açtı. Babası bindiğinde korumaların ikisi arkadaki arabaya yerleşti. Dışarıda sadece ağabeyi ile kapıdaki adamları kalmıştı.
Kutsal can yoldaşına ellerini uzattığında hırçın nefes sesleri duyuldu. Bir başkasını korkutacak bu tavra öylesine alışıktı ki genç adam gülümsüyordu.
“Mah…”
Adını duyduğunda kişnedi güzel at. Kuzguni yeleleri savruldu havada. Kara gözleri sahibinin gözlerine değdi. Onları izleyen Kenan iç çekti. Aralarındaki bağ öyle özeldi ki… Elle tutulabilecek kadar gerçek ve masumdu. Özenmemek mümkün değildi.
“Ben gelene kadar yaramazlık yapmak yok.”
Kıpırdandı. Küçük, yaramaz bir çocuk gibiydi hali. Can yoldaşının ellerinin değdiği başını sallıyor ve daha çok ilgi istercesine kıvranıyordu.
“Duydun beni. Döndüğümde işitirsem yine başını alıp gittiğini küserim sana. Gelmem yanına.”
Yapamazdı Kutsal Cesur. Evde olduğu günler yanına mutlaka uğrardı. Zira Mah yegane dostuydu. Kimseye dillendiremediklerinin sessiz şahidiydi. Başını yasladı alnına. Kısacık süren bu anı babasının sesi bölecekti.
“Ne yapıyorsunuz orada? Binsenize arabaya.”
Kutsal geri çekilirken Aziz’e döndü yüzünü. “Bu akşam ben tımarlayacağım.”
“Emrin olur Ağam.”
Son bir kez yüzünü sevdikten sonra çekti ellerini. Arabaya yürüyüp, sessizce bindi. Kenan’da peşinden arabaya binmeden önce gelen sesle arkasına dönüp baktı. Mah, yerinde durmuyordu. Her zamanki hırçınlığı olduğunu düşünerek tebessüm etti. Babasının ve ağabeyinin karşısındaki koltuğa yerleşti.
***
Yol boyu Korkut Ağa kravatını çekiştirerek, uzunca süre telefonuyla konuştu. Aramaların biri bitip diğeri başlıyordu. Babasının her zaman meşgul olduğunu bilirdi. İşlerini büyütmek ve gücüne güç katmak için her fırsatı değerlendirdiğini de. Niyeti Barzan Uluhan’ın gölgesinde kalmamak, Yedi Aşirette ondan daha kuvvetli olabilmekti. Ağabeyinden bu isteğini işitmişti Kenan. Ağabeyi babasının bu dünyadaki tek sırdaşıydı. Zamanı geldiğinde sahip olduklarını devredeceği varisine, Kutsal’a yaptığı ve yapacağı her şeyi anlatmaktan çekinmezdi.
O sabah babasının yıllardır hayalini kurduğu ve sıfırdan başlattığı nakliye firmasının uluslararası ilk sevkiyatı gerçekleşecekti. Uzak tutulduğu bu işlerden birine dahil edilmek çok özel hissettiriyordu Kenan’a. Artık çocuk olmadığını, büyüdüğünü göstermek için fırsat arayan yanına bir merhemdi. Orada olabilme sebebi sadece ağabeyinin ısrarı olsa da…
İskenderun rıhtımına ulaştıklarında güneş tepeye varmak üzereydi. Sadece bir kez ihtiyaç için verdikleri mola dışında arabadan inmemişlerdi. Diğerleri alışkın olsa da Kenan için zor bir yolculuktu. Bedeni tutulmuş, bacakları hareketsiz kalışının izlerini taşıyordu.
Ucu bucağı seçilemeyen bir uzunluktaydı liman. Akdeniz’in kıyısında, güneşin en güzel göründüğü yerdeydiler. Biraz yürüyüp, etrafı izlemek istedi. Adım attıkça dalgaların seslerine karışan babası ve adamlarının sesleri uzaklaştı. Üst üste yığılı duran konteynırlar rıhtımda bekleyen kuru yük gemisine taşınıyordu. Bu işlemi yapan vinç öylesine uzundu ki Kenan başını geriye eğerek görebildi. Etrafta başka bir gemi yoktu. Onların olduğu yer dışında diğer yerler de boştu. Epey ileride “Ambar” yazılı uzun, tek katlı bir yapıdan çıkan kamyon dikkatini çekti. Babasının adamları olmalıydı. Çatıldı kaşları. Neden böylesine ıssızdı bu yer? Kendisine doğru gelen ağabeyine seslendi.
“Neden kimse yok?”
Kutsal gülümsedi. “Liman on iki bölümden oluşuyor. Bu bölümse sadece bizim. Bu yüzden biz istemeden kimse gelemez.”
Babasının böyle bir yere sahip olmak için ne kadar bir tutar ödediğini bilmese de oldukça fazla olduğuna emindi Kenan. Mal varlıklarının hatırı sayılır bir kısmını bu işe ayırdığını biliyordu. Onları karşılayan adamın rehberliğinde işleri takip eden babasını izledi. Elleri her zamanki gibi belinin oyuntusuna yerleşmişti. Çatık kaşlı ifadesiyle inceliyor, sorular soruyordu. Yüzünde, tavrında kendisine benzer izler aradı o an. Ona benzemek ister miydi? Emin değildi Kenan. Tek bildiği onun güçlü duruşuna hayran olduğuydu. Kendisinden uzaklaştığını fark ettiği ağabeyini rıhtımın ucunda, dalgaların kayalıkları dövdüğü yerde gördü. Yavaşça yaklaştı.
“Bu şehri hep sevmişimdir.”
Konaktaki haline göre epey toparlanmışa benziyordu.
“Sen deniz olan her yeri seversin Ağabey.” Dedi bilmiş bir ifadeyle. Onu güldürmeyi başardığını görünce rahatladı.
Göz bebekleri denizin dalgalarıyla titreşen genç adam kapadı gözlerini. Derin bir nefes çekti içine. “Bu şehir başka… Bu deniz, bu koku başka…”
Ağabeyinin sözleriyle önünde uzanıp giden maviliğe çevirdi gözlerini. İleride güçlükle seçilen deniz fenerini fark ettiğinde tekrar işitti her tonunu ezbere bildiği sesi.
“Bir zamanlar özgür olduğumu hatırlatıyor bana…”
Ağabeyinden böylesine sözler duymayı beklemiyordu. Epey gerilerinde kalan babasının duymayacağına emin olduğu tınıda devam etti sözlerine. “Sen zaten özgürsün ağabey. Yirmi iki yaşındasın.” Merakla yüzünü izliyor, sözlerinin temelini bulmaya çalışıyordu.
“Büyümek özgür olmak değil Kenan.” Hüzünlü bakışları yüzüne değdiğinde sevgiye bıraktı yerini. “Ama endişelenme. Sen, ben yaşadığım sürece hep özgür olacaksın. İstediğin yerde, hayal ettiğin gibi kuracaksın hayatını. Kimse duramayacak önünde. Babam bile…”
Sıcaklığını tanıdığı elleri omuzlarında hissettiği anda silah sesleri sardı etraflarını. Şaşkın bakışlarıyla ne olduğunu anlamaya çalıştı. Çok uzun sürmedi çabası. Yere birbiri ardına düşen adamları gördüğünde anladı. Saldırıya uğraşmışlardı. Ağabeyinin ardına çekildiğini fark edemedi. Onun belindeki silahı çekip, kurşunların gelmeye devam ettiği iki yere sırayla ateş ettiğini gördüğünde babası düştü aklına. Neredeydi? Ne haldeydi? Görebilme umuduyla onu son kez gördüğü yere baktı. Yoktu. Diğer tarafa baktı. Orada değildi. Kalbi sıkıştı. Yerde pek çoğu kıpırdamaz halde yatan adamların arasında olabilir miydi? Başını sallayarak çaresizce inkar etti bu ihtimali. Onun güçlü, kudretli babası böyle çabuk yenilemezdi. Bir yere sığınmış olmalıydı.
Babasını bulabilmek için ağabeyinin ardından çıktı. Lakin adım attığı anda ayakkabıları yapıştı yere. Geldiklerinde bastıkları toprak öylesine kurumuştu ki çatlamıştı. Peki ya ayaklarının altındaki ıslaklığın sebebi neydi? Görebilmek için eğdi başını. O an gördüğü kızıl bir nehri andıran izler oldu. Ayakkabılarının altına dek varan ıslaklığın kan olduğunu fark ettiğinde titredi bedeni. Bulandı midesi. Engelleyebilmek için elini ağzına kapatacakken izin vermedi ağabeyi. Kolunu tutup savurdu bedenini. Kulaklarına dolan uğultunun nedeninin alnının ortasına hedef alınan ancak başının yanını sıyıran kurşun olduğunu anlayamadı. Ağabeyi sayesinde ölümden kurtulduğunu da… Yerde yatan bu kez kendisiydi. Kirpiklerini ıslatan kendi kanıydı. Elinin tersini sürdü gözlerine. Parmaklarına bulaştı kan. Güzel yüzüne yayıldı. Ağabeyini görebilmek, yardım etmek için onu aradı. Tam o anda yanına düşen bedenle irkildi. Gördüğü suret en kıymetlisine aitti.
“Ağabey.”
Kollarını uzattı. Yetişemedi. Kalkmaya çalıştığındaysa ağabeyi mani oldu.
“Sakın kalkma.”
Silah sesleri sürerken yerde süründü. Uzanabilecek kadar yaklaştığında sadece bir yerden duyulur oldu ses. Ayakta kalıp, karşılık verecek kimse kalmamıştı. Kenan anlayamasa da Kutsal bu hakikatin farkındaydı. Kardeşine uzatırken elini kıpırdayacak gücü kalmamıştı. Beyaz gömleğinin her zerresi kanla kaplanmıştı. Onları hedef alan kurşunların neredeyse tamamı saplanmıştı bedenine. Kan, yaralarının derinliğini ispat etmek ister gibi süzülüyordu bedeninden. Gözlerini açık tutmak her geçen saniye güçleşiyordu.
“Ağabey.”
“Sessiz ol… Çek beni…”
Dediğini yaptı. Güçlü ve ağır bedeni kendine doğru çekmek için tüm gücünü kullandı Kenan. Son bir gayretle çektiğinde gövdesinin üst kısmı kendisininkine değdi. Ellerini çektiğinde ağabeyinin bedeni sertçe düştü üzerine. Acı dolu inleyişini duyduğunda kendi acısını unuttu. Yaralarını görmek istedi.
“Kıpırdama.”
Dişlerini sıkarak söylediği tek kelimenin ardından başını kaldırıp, hareketsiz bekledi Kutsal. Çok uzak olmayan bir mesafeden motor sesini işitmesi uzun sürmedi. Keskin bir ses çıkaran tekerlekler ile yükselen toz bulutunu gördüğünde rahatladı. Onlara bu hainliği yapanlar gitmişlerdi.
“Gittiler. Ağabey, kalk hadi. Babamın yanına gidelim.”
Kardeşinin yüzüne bakarken acıdan kasıldı. Alnındaki damlalardan biri düştü kardeşinin göğsüne.
Parmaklarıyla ağabeyinin alnındaki zerreleri silip, yanağına dokundu Kenan. Yaz sıcağına rağmen teni buz gibiydi.
“Dinle beni Kenan. Hiç bir yere gitmiyoruz.”
Göğsüne yasladığı elinin parmaklarındaki kan tenine dek ulaştığında anlam veremedi ağabeyinin isteğine.
“Saatini çıkar.”
Neden böyle bir şey istediğini anlamasa da sorgulamadı. Sol bileğindeki saatinin kayışını çözdü. Ağabeyinin titreyen parmaklarının arasına bıraktı. Onun saati bir kol boyu mesafede yatan adamın üzerine savurduğunu gördüğünde çatıldı kaşları.
“Onu bana siz hediye ettiniz. Ne yaptın ağabey?”
“Bu cehennemden kurtuluş biletin o senin.”
Neden bahsettiğini anlayamıyordu.
“Sabaha dek burada kalacaksın… Gerekirse ölü gibi kıpırdamadan bekleyeceksin.”
Gidebilirler, kurtulabilirlerdi. Burada neden kalmasını istediğini anlayamıyordu. Üstelik sözlerine kendisini dahil etmiyordu. Ağabeyinin sözlerin sebebini çözemiyordu.
“Vakit geldiğinde…” Yarıda kaldı sözleri. Bedenindeki acı artık dayanamayacağı noktaya gelmişti. Son bir gayretle kardeşini kurtarabilmek için devam etti sözlerine. “Fenere doğru yüz… Oradaki ihtiyar… Seni koruyacaktır.”
Kurtuluşu yoktu. Biliyordu Kutsal. Ayağa kalkamayacak, evine bir daha dönemeyecekti. Oradan çıkamayacaktı. Ayağa kalktıkları, limandan dışarı adımını attıkları anda onlara pusu kuran adamlar canlarını almadan durmazlardı. Bu halde bir şansı yoktu. Lakin kardeşinin vardı ve onu kurtarabilmek için kendisini feda edecekti.
“Hayır.” Dedi Kenan ağabeyinin bedenini küçük bir çocuk gibi kollarında sarmaya çabalarken. “Bırakmam seni…” Geldikleri yöne baktı. “Ne olur sende beni bırakma ağabey.”
Kardeşinin yüzüne dokunabilmek için uzattı elini. Tenine değdiğinde parmakları kapattı gözlerini.
“Yedi Aşiret Ağaları bizi kurtarmaya gelecektir.”
“Kimse gelmeyecek Kenan.” dedi sesi giderek kısılırken. “Onlar babamı kurtarmak için kıllarını kıpırdatmazlar.” Nefes sıklığı giderek artıyor, derinliği de aynı hızla azalıyordu. “İhtiyarı bul. Ona de ki: ‘Bülbül güle kavuştu.’ O vakit anlar.”
“Ağabey… Konuşma böyle.”
Gücünün son demlerini kullandığı gözlerinin kaymaya başlamasından anlaşılıyordu. Lakin Kenan göremedi. Görse de ağabeyini kaybetmek üzere olduğunu anlayamazdı.
“Anamın kokusunu benim için çek içine olur mu?” Gücü azalıyor, vakti tükeniyordu. Solukları birbirine karışır oldu. “Mah… Onu da yalnız bırakma. Sana emanet can yoldaşım.”
“Babamı da alıp, birlikte gideceğiz. Anama birlikte sarılacağız ağabey. Mah’ı söz verdiğin gibi sen tımarlayacaksın.”
Kardeşinin sözleriyle dudaklarına yerleşen tebessüm, gözlerinden süzülen yaşlarla ıslandı.
“Söz ver bana. ” Dedi Kutsal. “Yaşayacaksın. Saçlarındaki karalar aklara yenik düşene kadar… Sıcacık yatağında, başucunda sevdiğin kadın ve evlatların varken veda edeceksin bu hayata. Şimdi değil… Burada değil…”
“Ağabey…”
Gücü kalmamıştı. Sesi kısılıyordu. “Bana söz ver.”
Karşı koyamadı Kenan. Gözyaşları içerisinde sardı ağabeyini kolları arasında.
“Söz.”
Derin ve rahat bir nefes aldı. Başını koydu kardeşinin göğsüne. “Gün doğduğunda ardına bakmadan fenere yüz.” Başını kaldırmaya gücü yoktu. Kana bulanan parmaklarını kardeşinin yanağına yasladı. Masum suretini izledi görebildiği kadarıyla. Bunun onu mahşerden önce son görüşü olacağını biliyordu. “Beni unutma kardeşim.”
Kısacık oldu dokunuşu. Sözü bittiğinde bir nefes çıktı dudaklarının arasından. Ardından eli usulca kaydı teninden. Kapandı bal rengi gözler. Başı bir daha kıpırdamamak üzere usulca yaslandı kardeşinin göğsüne. O andan sonra sesi bir daha duyulmadı Kutsal Cesur’un. Yüzüne bakanlar göz kamaştıracak kadar güzel bir tebessümle sonsuz bir uykuya daldığını düşünebilirlerdi. Öylesine güzel, öylesine huzur dolu görünüyordu ki…
Gözyaşları inleyişlerine karıştı Kenan’ın. Nafile bir çabayla fısıldadı. “Ağabey.” Lakin duyuramadı sesini. Defalarca kez tekrarladı bir umutla. “Beni yalnız bırakma ağabey. Ben sensiz ne yaparım? Ne olur beni bırakma.”
Duymadı ağabeyi. Kıpırdamadı bedeni. Titreyen elini dudaklarının üzerine getirdi. Bekledi çaresizce. Olmadı hissedemedi nefesini. Yüzünü kavradı.
“Aç gözlerini.”
Gözlerinden dökülen yaşlar, kanına karıştı. Ağabeyi güzel gözlerini açıp bakmadı yüzüne. Kanla kaplı gömleğin üzerinde gezdirdi ellerini. Kalbinin ufacık bir atışını duymak için çabaladı. Başaramadı. O an anladı hakikati. Sıkıca sararken ağabeyinin cansız bedenini, kendisini bıraktı kanla ıslanan toprağın üzerine. Başını göğe kaldırıp, sessizce haykırdı.