“Seni bekliyorlar evlat.”
Yavaşça doğruldu yerinden. Güneş batalı kısa bir süre olsa da gökyüzü kararmaya başlamıştı. Kimseye görünmeden çıkabilmesi ve uzaklaşabilmesi için doğru zamandı. Gözlerini açtığı andan beri hissizliğini fark ettiği sol kolunu diğer eliyle yavaşça sıvazladı. Gün geçtikçe hissizliğin azalacağını düşünse de aksine değişmemişti.
Yolu uzun, yükü ağırdı. Bedeni ise yorgundu. Başının sol yanındaki taze ize dokundu. Ateşle kavrulan bıçakla dağlanmış yarası kabuk tutmuştu. Adının Ömer olduğunu öğrendiği adamın sayesinde kanı durmuş, yarası kapanabilmişti. İhtiyar anlatmıştı.
Kendisini izleyen aksine baktı. O gün kendi kanıyla ağabeyinin kanının iz bıraktığı kıyafetlerini bir daha görememişti. Nerede olduklarını da sormamıştı. Görmekten korkmuştu belki de. Üzerine bol gelen, yıpranmış ancak tertemiz olan kıyafetlerine dokundu. Sabun kokusunu duyduğunda gözlerini kısacık bir an kapadı. Bu kokuyu her duyduğunda deniz fenerinin altındaki bu evi hatırlayacaktı. İhtiyarın uzattığı balıkçı beresini yarasının olduğu yere dikkat ederek, güçlükle başına geçirdi. Yarasının olduğu yerde saçları yoktu. Geçen günlerde birkaç tel dahi çıkmamıştı. Fazlasıyla zedelenmişti derisi. Kalan kısımlarını ise hazırlanmaya başlamadan önce ihtiyar düzeltilmişti. Öylece durup, izledi karşısındaki adamı. Konaktan çıkıp, yola düşen o toy delikanlıdan o kadar farklıydı ki… Bir zamanlar ışık saçan o gözleri derin bir karanlık ve uzansa dokunabileceği kadar yoğun bir acıyla kendisine bakıyordu. Merak etti. Ölümü görenler böyle mi bakardı?
“Acı insanı olgunlaştırır.” Dedi arkasında duran ihtiyar. “Hele de böylesi büyük bir acı….”
Haklıydı. Büyümüştü Kenan. Nice yaşını bir günde ardında bırakmış, genç bir adam oluvermişti.
“Evlat… Yola düşmeden evvel sana anlatmam gerek…”
Elini kaldırdı Kenan. Bu hareketiyle ihtiyarın sözleri kesildi. Duymamalıydı. Gidip, tüm hakikatleri kendisi öğrenmeliydi. Aksi takdirde yolu tamamlayamaz, evine varamazdı. Atışı hızlanan kalbine yasladı elini. Ateşi yine yükseliyor olmalıydı. Gözlerini açtığından beri sıklıkla yaşar olmuştu. Dönüp, sağ yanında kalan küçük cama uzandı. Açıp, başını uzattı. Yüzüne çarpan meltem ve deniz kokusuyla derin bir nefes alsa da fayda etmedi. Ruhu acı denizinde boğuluyor, yüreğindeki ateş nefes aldığı her an harlanıyordu. O yere, ailesini kaybettiği limana bakmamak için başını çevirdi. Önce limana ardından topraklarına gizlice gitmesini sağlayacak arabaya ulaştıracak tekne, denizin kıyısında onu bekliyordu. İhtiyarın isteğiyle Ömer ve Asaf’la birlikte gidecekti.
Veda etme vakti gelmişti. Geri çekilip, onu izleyen adama döndü. “Hakkını ödeyemem İhtiyar.” Ona istediği gibi hitap etmişti. Uzattığı elini tuttu. Öpmek için eğilse de ihtiyar izin vermedi. Doğrulup yüzüne baktı. “Benimle gel. Ben sana misafir oldum. Sende gel bana yoldaş ol.” Dedi.
Yaşlı adam uzattığı elini çekip, omzunu sıvazladı. “Yapamam evlat.” Dedi beresinin yanından başını kaşırken. “Evimi bırakamam.”
Kenan, çaresizce kabul etti. O an aklına hiç unutamadığı o söz geldi.
“Ağabeyim.” Boğazı düğümlendi. Gözlerini kırpıştırıp, başını kaldırdı. Güçlü görünmeye çabaladı. “O gün… Ne demek istedi?”
Sarsak adımlarla uzaklaştı ihtiyar. Kenan cevap alamayacağını düşünürken, yaşlı adam küçük kulübede farkına varamadığı köşedeki duran çerçeveyi çıkarttı. “Bülbül ağabeyin idi.” Dedi kendisine yaklaşırken. “Gül ise benim can parem…”
Uzatılan fotoğrafa baktığında şaşkınlıkla aralandı Kenan’ın dudakları. Ağabeyinin omuzlarına tutunmuş, başını ağabeyinin kısacık kestirmeden önce alnına düşecek kadar uzun olan saçlarına yaslamıştı. Gülümseyişi ile çekik gözleri kısılmıştı. Ağabeyi ise onun kadar mutlu görünüyordu. Başını çevirmiş, genç kıza bakıyordu. Üzerinde salaş bir tişort vardı. Her zamankinin aksine tenini sakalları gölgeliyordu. Sanki başka bir adamdı gördüğü.
“Mehlika… Gül kokardı. O yüzden Gül’üm derdim ona. Doğuştan kalp hastaydı. İlaçlar fayda etmez olduğunda doktorlar kalp nakli gerektiğini söylediler. Nereye gitsem çare bulamadım.”
Bakışları dalgınca elindeki fotoğrafta geziniyordu yaşlı adamın.
“Öylesine yorulmuştu ki hastanelerden, yemin ettirdi bana. Kalan zamanını benim yanımda, deniz fenerinin gölgesinde, doğduğu bu evde geçirmek istedi. Kıyamadım. O günlerde ağabeyinin yolu tesadüfen buraya düştüğünde gördüler birbirlerini. Ama kara bir sevdaydı onlarınki. Kızımın kalbi onların sevdasına gölgeydi. Karşı durdum. Ona kızımdan uzak durmasını söyledim. Ama dinlemedi beni. Bırakmadı Gül’ümü. Solmaya başlayan yaprakları yeniden can buldu sayesinde.”
Fotoğraftaki kızın yüzünü okşadı titrek parmakları.
“Şimdi düşünüyorum da… İyi ki dinlemedi sözümü. İyi ki gitmedi. Son günlerinde Gül’ümün yüzünü güldürdü. Kızıma hastalığını unutturdu.” Derin bir iç çekti. “Bir gün çıkıp geldi. Babası ile konuşacağını, Gül’ümü tedavi için yurt dışındaki bir hastaneye götüreceğini söyledi. Umut verdi bana. Lakin olmadı. Dayanamadı can parem. Küçücük yüreği o gece duruverdi. Ne doktor yetişebildi ne de bu genç adam…”
Yaşananları bilmiyor, bir yabancıya aitmiş gibi ağabeyinin dinliyordu. Acısını görememiş olmak, derman olamamak katladı yüreğindeki ateşi. Dolan gözlerini kapatırken sıkıca iki damla yaş peş peşe süzüldü yanaklarından.
“Can paremi toprağa verdiğimiz gün ağabeyin dedi ki, “Bülbül bir gün güle kavuşacak. O gün benim ölümüm değil düğünüm olacak.”
O gece duyduğu söz ihtiyarın cümleleriyle anlam buldu. Ağabeyinin dudaklarından dökülen sözler ona vedasıydı aslında. Kendisinin ise kurtuluşu olmuştu. İhtiyarın bu sözle ona kucak açacağını biliyordu.
“Bu fotoğraf…” dedi gözlerini aralarken. “Bende kalabilir mi?”
Sessizce kabul etti ihtiyar. Ansızın ve sessizce sarıldı Kenan, ihtiyara. Bu veda değil aksine uzun yıllar sürecek bir dostluğun başlangıcı olacaktı.
Otuz beş gün önce girdiği kulübeden gizlice çıkarılırken, avucunda ağabeyi ve sevdiği kızın fotoğrafı, yüreğinde ise koca bir har vardı.
***
Teknede eğdiği başını bir an bile kaldırmadı. Sol elini diğeriyle sarıp, öylece bekledi. Denizi görmek iyi gelmiyordu kalbine. O günü her an benliğinde yaşamaya devam ederken, ona bakınca nefes alamadığını hissediyordu. Kıyıya varana dek karanlık içerisinde yol aldılar. Asaf’ın yönlendirmesiyle vardıkları yer limanın kör bir noktasıydı. Babasını ve ağabeyini kaybettiği bölümden epey uzaktaydılar. Onları bekleyen arabaya bindiklerinde, usulca araladı camı. Motor sesini işittiğinde uzaklaşmaya başladılar. Limandan ayrılırken, gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Biri babası diğeri ağabeyi içindi. Bir daha asla adım atamayacağı o yeri arkasında bıraktı.
Yola çıkalı saatler geçmesine rağmen içindeki sıkıntıyı zapt etmeyi başaramadı Kenan. Onu görecek insanların tepkilerinden ürkse de evine varabilmek arzusu tüm kötü hislerini bastırıyordu. Sağ avucunu dizine sürterken, ateşlenen başını camdan esen rüzgarla dindirmeye çalışıyordu.
Anası aklına düştüğünde titrek bir nefes çekti içine. Bunca zaman kayıp oluşu nedeniyle üzgün olmalıydı. Saçına düşen aklar ve güzel yüzüne vuran acıyla perişan olmalıydı. Ama artık bitmişti. Gücünün yettiği kadarıyla saracaktı onu kollarında. Ağabeyine söz verdiği gibi kokusunu çekecekti içine. Yalnız olmadığını fısıldayacaktı defalarca.
Başını çevirip, önündeki iki adamı izledi. Sessiz olsalar da tedirginlerdi. Hissedebiliyordu. Asaf elinde tuttuğu silahı kapının hemen yanında tutuyor, geçtikleri yollar ıssız olsa da etrafı dikkatle izliyordu. Şehrin içine varan yollardan değil ıssız yerlerden geçiyorlardı. Onu koruyabilmek için daha önce belirledikleri bir güzergahta hareket ediyorlardı. Zira arabayı kullanan Ömer’in durmadan, tereddüt etmeden yola devam edebilmesinin farklı bir sebebi olamazdı. Çok yorulmuştu Kenan. Günler sonra ilk kez bu kadar uzun süre oturuyor oluşu bedenindeki sancıları arttırmıştı. Direnebilmek için dişlerini sıktı. Sağ eli sol kolunda gezinirken, yavaş ve derin nefesler aldı. Tanıdık sokakları gördüğünde dik duran başı eğildi. Tanınması güç olsa da saklamak istedi yüzünü. Kısacık bir an başını kaldırdığında biraz ileride gördüğü siluet ile doldu gözleri. Evine gelmişti. Ellerini koltuğa yaslayıp, hafifçe doğrulmaya çalıştı. Başaramadı. Sol eli büküldü. Bedeni o yana savruldu. Düştüğünde bedenine vuran sızıyla dişlerini sıktı.
“İyi misin Beyim?” diyen Asaf’a bakmadan başını salladı sessizce.
Sol kolundaki hisler neredeyse yoktu. Ömer’in hazırladığı ve şifa olacağını söyleyerek içirdiği otlar işe yaramamıştı. O gün bir doktor görebilseydi yarasını, bu noktaya gelmezdi belki de bedeni. Lakin olmamıştı. İhtiyar, o gece ve sonrasında Ömer ile Asaf’ın gördüğü yabancı adamlardan korkmuştu. Etrafı arayan polislerin varlığını öğrendiğinde ise vazgeçmişti. Koltuğa sırtını yasladığında sokağa girmelerine az kaldığını fark etti.
“Yavaşla.” Dedi. Asaf, Ömer’in kolunu kavradı. Araba neredeyse hareket etmeyecek kadar yavaşladı. Nefes almaya ihtiyacı vardı. O kapıdan girmeden önce kısacık bir anda olsa kendisiyle yalnız kalmalıydı. O eşikten adımını attığı anda her şeyin değişeceğini biliyordu. Yaşadığını önce kendi aşiretine ispatlaması gerekecekti. Sözü yemin sayılan üç büyüğün görmesi yeterli olacaktı. Babasının planlarına ve tüm cihanın isteklerine rağmen yeni ağaları o olacaktı.
Cebindeki fotoğrafı çıkardı titreyen elleriyle. Varlığını hissedemese de ağabeyinin yanında olduğunu bilmeye ihtiyacı vardı. Mutlu yüzüne bakarken, dolan gözlerini kapadı. Ağlamayacaktı. Fotoğrafı cebine soktuktan sonra kendisini izleyen adamlara işaretini verdi. İkisi de silahlarını hazırladığında araba tekrar harekete geçti. Konağa çok az kala gördükleriyle sızladı Kenan’ın kalbi.
“Durdur arabayı.”
Ömer dediğini yaptığında titreyen parmaklarıyla kavradı kapının kolunu. Yardım etmek için elini uzatan Asaf’ı yok saydı. Henüz onu görmemiş olan babasının adamlarının karşısında tek başına ve dimdik durmalıydı. Güçsüzlüğünü, acısını belli etmemeliydi. Zira girdiği savaşta kazanan olmak için buna mecburdu. Ayaklarının üzerine bastığında titredi dizleri. Ama o belli etmedi. Ellerini bedeninin iki yanına bıraktı. Yavaşça attı adımlarını. Neden yalnızdı? Neden öylece duruyordu? Yanına yaklaştığında kapıdaki adamlarında ona doğru geldiğini gördü. Umursamadı. Durup, kara gözlerinin baktığı yeri görmek için çevirdi başını. Anladığında acıyla kapadı gözlerini. Ağabeyinin can yoldaşı o gün ayrılırken geçtikleri yola bakıyordu. Taş kesilmişçesine hareketsizdi.
“Kutsal Ağam gittiğinden beri sokamadık ahıra…”
Seyisin sesini duyduğunda başını çevirmedi. Henüz yüzünü görmediği için onu tanımamıştı. İri gözlerde gördüğü hüzün dolu bakış kalbini ezdi geçti. Ağabeyinin can yoldaşı, masum kalbiyle yas tutuyordu. Yüzüne dokundu yavaşça. Henüz kendisini görmediğini, dokunuşunu hissetmediğini bakışlarındaki boşluktan anladı. Lakin sesini tanıyacağını biliyordu. İşitme duyusunun çok iyi olduğunu ağabeyinden pek çok kez duymuştu. Başını yüzünün yanına yaslarken, yelesine dokundu parmakları.
“Gitti Mah…” Dedi kısık sesle. “Artık sadece sen ve ben kaldık.”
Derin bir uykudan uyanmış gibi irkildi güzel varlık. Sözlerini anlamış gibi çevirdi başını. Kara gözleri gözlerine değdiği anda kalbindeki acının eşini gördü Kenan. Safir gözlerden süzülen iki damla yaşın eşi gözlerinden süzüldü.
“Kimlerdensiniz? Neden geldiniz buraya?”
Birkaç adım ileride duran adamlardan birinin sözleriyle ayrıldı Mah’tan. Yüzünü son bir kez okşadı. Elini kaldırdığında duyduğu seslerle alaycı bir tebessüm yer etti dudaklarında.
“Destursuz ağa kapısına gelecek kadar mı yabancısınız buralara?”
Silahlarını üzerine doğrultmuşlardı. Ömer ve Asaf’ın da onlara karşı durduğuna emindi. Başını kaldırmadan yavaşça şapkasını çıkardı. Arkasına dönüp, onu izleyen adamların yüzlerine bakmadan konağın taş duvarlarında gezdirdi gözlerini. Yüzünü gören adamlardan ikisi ellerindeki silahları yere düşürdü. Seyis sendeleyerek geriye düştü. Bunların hepsini hissetti Kenan. Ancak hiç biriyle göz teması kurmadı.
“Kenan Ağam…”
Adını duyduğunda çevirdi başını. Babasının adamlarından adını duymak irkilmesine sebep oldu. Yaşadığının, orada olduğunun gerçekliğini tüm benliğinde hissetti. Gözlerinde hissiz bir bakış ile durdu karşılarında.
“Siz… Yaşıyorsunuz…”
Kaşları çatıldı duyduğu sözlerle. Ne diyordu bu adam? Sormaya, dinlemeye ne mecali vardı ne de sabrı. Bereyi sıkarken sağ elinde hayatta kalan tek değerli varlığını sordu.
“Anam nerede?”
Adamların birbirlerine baktıklarını ve konuşmadıklarını gördüğünde sabırsızlandı. Aklına düşen ihtimalle öfkelendi. Onu buradan, evinden göndermişler miydi? Onlardan sonra ağa kanı taşıyan amcasının böyle bir saygısızlığı yapmamış olmamasını diledi.
Adamlardan biri, “Hanım ağam burada Ağam.” Dediğini işittiğinde günler sonra sevinçle doldu içi. Kendisine kızdı. Nasıl böyle bir düşünceye kapılabilmişti? Amcasına haksızlık etmişti.
Geri çekilen adamların ardından açığa çıkan kapıya doğru yürümeye başladı. Ayaklarını sertçe basarken yere, günler önce çıktığı evinin eşiğinde duraksadı. Derin bir nefes alıp, adımını attı. Ömer ve Asaf’ın ardından geldiğini biliyordu. Omzunun ardından baktığında silahlarını doğrulttuklarını ve etrafı gözlediklerini fark etti. Yabancı oluşlarını her zerrelerinde belli ediyorlardı. Anası korkabilirdi. Bu yüzden ona seslenmeden önce silahlarını indirmelerini işaret etti. İstediğini yaptıklarında seslenmek için aralandı dudakları. Tanıdığı bir ses mani oldu.
“Nereye kayboldu bu adamlar? Böyle mi koruyorlar Ağalarını?”
Amcasıydı. Son iki basamağı inerken söyleniyordu. Karşı karşıya gelmeleri uzun sürmedi. Büyüyen gözleri ve şaşkınlıkla kasılan yüzünü gördüğünde bu saatte konakta oluşuna anlam veremedi. Güneş şehre girdikleri vakit doğmuştu. Saat epey erken olmalıydı. İkizlerde mi burada kalıyordu? Ya Kendal? O da mı buradaydı?
“Ke… Kenan…”
Şaşkınlığın yerini korku dolu bir ifadenin aldığını gördüğünde anlam veremedi Kenan. Günlerdir ortada olmadığı için böyle bir tepki veriyor olmalıydı amcası. İki adım atıp, kolunu uzatabilecek kadar yakınında durdu.
“Benim amca.” Dedi yorgun bir tebessümle. Bir an onun tarafından sarmalanmayı istedi. Amca baba yarısı derlerdi. O halde babasının hasretini bir nebzede olsa amcasında dindirebilirdi. Ellerini ona uzanmak için değil aralarına mesafe koymak için uzattığını fark ettiğinde sızladı kalbi.
“Ama sen… Sen ölmüştün!”
Duyduğu manasız sözleri anlamaya çalışırken, nerede duysa tanıyacağı sesi işitti.
“Kamber.”
Kalbinin ritmi duyduğu sesle yükseldi. Başını kaldırdığında konağın sağ tarafında kalan merdivenlerin başında uçuşan saçları gördü. Çevresi kapalı olan merdivenin sadece üst bölümleri açıktı. Yüzünü görmese de akların yer ettiği saçlarından tanımıştı anasını. Beresi parmaklarından süzülüp, yere düştü. Güçlü görünme çabası, karşısındaki amcası, arkasındaki adamlar… Hepsi silindi. Sadece anası kaldı geriye. Bir de yaşadığı kabustan sıyrılıp ona sığınmak, avutulmak isteyen içindeki çocuk… Dermansız dizlerini sürüklerken tek arzusu yaralı başını anasının dizlerine dayamak, mis kokan sıcacık ellerini saçlarında hissetmekti. Her şeyin bittiğini, artık yalnız olmadığını fısıldasa kulağına inanabilirdi Kenan. O zaman yüreğindeki harı dizginlemeyi başarabilirdi belki.
Adımları durdu. Başını kaldırmadan kendisine doğru gelen kadını sarabilmek için kollarını açıp, bekledi. Dolan gözlerini kısarken ağlamamak için dişlerini sıktı. Bir damla gözyaşına izin verse kendini durduramayacaktı. Biliyordu. Acı denizinin derinliklerinde kalacak ve yüzeye çıkamayacak, nefes alamayacaktı. Bu yüzden güçlü durmak için kesik nefesler aldı. Esen rüzgarla yüzüne çarpan koku annesinin mis kokusu değildi. Yoğun bir parfüm kokusu yaktı genzini. Son basamağa adım atan kadına bakarken çatıldı kaşları. Anasına dair izler taşısa da ondan çok farklıydı.
“Saatini yatakta unutmuşsun canım.”
**
HAR’ın kitap olarak hazırladığım ilk 4 bölümü sizlerle…
Yorumlarınızı bekliyorum.
Yarın gece diğer 4 bölüm sizlerle olacak.