1. Bölüm

Sevgili okurlarım,

Merakla ve heyecanla beklediğiniz Mazi 1 sizinle…

***

Bir gecede insanın hayatı ne kadar değişebilir?

Sabaha karşı sevgilimin yatağında beni uyandıran o telefonu açana kadar bu soruya vereceğim bir tek yanıt olurdu: Saçmalık! O zamanlar hayatın bana en acımasız oyununu oynayacağını bilmiyordum. Amcamın beni o saatte hayırlı bir nedenle aramayacağını tahmin edemediğim gibi. Ezbere bildiğim o seste endişe kırıntısı bulamamış, duyduklarımı anlamlandıramamıştım. Tek bir söz çıkmıştı ağzımdan. Karşılığında aldığım yanıt ise hayatımın darmadağın olacağının ilk işaretiydi.

“Amca?”

“Genco… Babanı kaybettik, oğul! Bevar, birazdan seni almaya gelecek.”

Derin bir acı… Delirtecek bir sessizlik… Lal oldum, sanki dilim tutuldu. Konuşamadım. Bağırıp inkâr edemedim duyduklarımı. Tek yapabildiğim çırılçıplak çıkmak oldu saatler önce girdiğim yataktan…

Babam… Aramızda her zaman aşılmaz bir mesafe vardı. Ona hiçbir zaman baba diyemedim. Sahip olduğu unvandı engelim. Gücü, kudreti, sorumlulukları… İkimize dair tebessümle hatırlayacağım bir anımız bile yoktu.

“Babam beni seviyor mu?”

Çocukluğumun yalnız ve zorlu yılları bu soruya yanıt aramakla geçti. Ancak hep yanıtsız kaldım. Sevgi içeren en ufak bir söz duyamamış, oğuldan oğluma bile geçememiştim. Sahiplenememişti belki de beni. Ya da baba olmak yalnızca bir görevdi onun için. Ailesine, insanlarına, aşiretine, soyuna borcuydu.

Cemal Süreya yaşadığım bu acıyı yıllar önce tarif etmişti.

“Sizin hiç babanız öldü mü?

Benim bir kere öldü, kör oldum.

Yıkadılar, aldılar, götürdüler.

Babamdan ummazdım bunu, kör oldum.”

***

“Ağam, iniyoruz!”

Çeneme dayadığım sağ elimi indirdim yavaşça. Bakışlarımı sesin sahibine, yanımda oturan adama çevirdim. Oydu. Birlikte büyüdüğüm, ekmeğimi paylaştığım, sahip olamadığım kardeşimin yerine koyduğum adamdı: Bevar. Adı gibi kimsesiz, gölgesiz…

Oysa sadece saatler önce üniversiteden beri hayalini kurduğum “Uluslararası Tasarımcı” ödülünü kazanmıştım. Benim için düzenlenen after partiye katılmış, sunulan tebrikleri memnuniyetle kabul etmiştim. Evime dönmüş, sevgilimin teninde kaybetmiştim heyecanımı. Yorgun bedenimi uykuya teslim ettiğimdeyse o telefon gelmişti. Kapının ardında amcamın dediği gibi Bevar vardı. Onun yönlendirmesiyle bilinçsizce hareket etmiştim. İstanbul’dan ne zaman ayrıldığımızı, ne zaman ilk kez soluk aldığım bu topraklara indiğimizi anlayamamıştım bile. Bakışlarımı yeniden cama çevirdim. Güneş doğuyordu ve gördüğüm kızıllık yeni günün habercisiydi. Babam olmadan geçecek hayatımın ilk günü olacaktı.

Yerimden doğruldum. Ellerimi saçlarımdan geçirip kısacık bir an dahi olsa kapadım gözlerimi. Derin bir nefes verip gücümü toplamaya çabaladım. Başımı eğip, gözlerimi açtığımda üstüme geçirdiğim kıyafetleri fark ettim. Bir kot ve sade, beyaz bir tişört… Nasıl, ne vakit üstüme geçirdiğimi bilmediğim kıyafetlerime bakarken yüzümde alaycı bir tebessüm yer etti. Babam hâlimi görse değil konağa almak, Midyat’a girmeme bile müsaade etmezdi. Görseydi… Bevar’ın geri çekilmesiyle açılan yolda uçağın açık kapısına doğru ilerledim. Biraz ileride beni bekleyenleri görünce istemsizce yavaşladım.

Pilot Cengiz Bey’in sözleri sabah ayazıyla birlikte vurdu yüzüme.

“Başınız sağ olsun, Genco Bey. Cenazede biz de olacağız, efendim.”

Kendime geldiğimi hissettim o an. Bir rüyanın rehavetiyle ağırlaşan bedenim irkilerek canlanırken, gözlerim görmeye başladı sanki. Yalnızca başımı salladım, ardından da tanımakta güçlük çektiğim kendi sesimi işittim.

“Benden haber bekleyin.”

Sözlerimin ardından beklemeden merdivenlere yöneldim. Soluk alamayan ciğerlerimi özgürlüğe kavuşturmak ve uzaklaşmak istedim. Bevar her zaman olduğu gibi iki adım arkamdan geliyordu. Son basamakta durup Midyat’ın ışığının bedenime vurmasına izin verdim. Sabah ayazını hissettiğimde ürperdi bedenim. Ancak kıpırdamadım. Biraz ilerideki alanda bekleyen yoğun kalabalık önümde saygıyla eğildiğinde dişlerimi sıktım. Beni bekliyorlardı. Oysa yüzümü, babamın yanında katılmak zorunda olduğum düğünler ve kutlama yemeklerinde nadiren görmüşlerdi. Beni karşılamak için gelmiş olsalar da gördükleri için şaşkınlardı. Merdivenlerden inerken, onların varlığına alışamadan bu kez bir gazeteci ordusu belirdi karşımda. Birbirlerine karışan sesleri ve art arda patlayan flaşları görmezden gelmeye çalıştım. Adamlarım etrafımı sarıp, bana yol açarken yavaşça ilerledim.

“Başın sağ olsun, Ağam!”

Hepsinin dudaklarından aynı söz dökülürken tepkisiz bir hâlde yürümeye devam ediyordum. Ne verecek bir karşılığım vardı ne de yürümekten fazlasına gücüm… Belki de hayatımda ilk kez elimi öpmelerine sesimi çıkaramıyordum.

Dakikalar sonra güçlükle alandan çıkmayı başarmıştım. Önümde dizilen arabalardan birinin arka kapısını açan adama kısa bir an bakıp, birkaç adım ileride beni bekleyen Bevar’a seslendim.

“Konağa değil, babamın yanına gidiyoruz, Bevar!”

Geldiğim zamanlarda kullandığım cipe yürüdüm. Arka koltuğa yerleştiğimde peş peşe kapandı kapılar. Sağ elimi uzayan sakalımda gezdirirken dalgın bakışlarımı bir noktada kenetledim. Aklımdan onlarca düşünce, babamla ilgili sayılı anlar geçerken sıkıntıyla başımı arkama yasladım. Aralık camdan esen rüzgârla gözlerimi uçsuz bucaksız, çorak arazilerde gezdirdim.

***

Geçen yıl babamın yaptırdığı hastanenin önünde durduğumuzu fark edince kendime geldim. Önümdeki ve arkamdaki araçlardan inen adamlar, çevremizi sarıp kapımı açtıkları anda tek bir hareketle durdurdum. Açılan kapılar aynı hızla kapandı. Bu sırada şoför koltuğundaki Bevar’ın beni izlediğini hissediyordum. Kenetlediğim ellerime çevirdim başımı. Titriyorlardı. O an kapıyı açmak ve adım atmak benim için o denli güçtü ki… Yapamadım. O gücü kendimde bulamadım. Bevar’ın sesini duyduğumda irkildim.

“Ağam,iyi değilsin…”

Derin bir soluk alıp başımı kaldırdım. Dikiz aynasından beni izleyen yeşilgözlere baktım.

“Değilim, Bevar!” Sessizliğim sürüp giderken başımı çevirdim. “Ama olmak zorundayım. Biliyorum…”

Sustu. Tek söz edemedik ikimiz de. Kısa bir an daha bekledikten sonra hazır olduğumu hissettiğimde, “Gidelim,” dedim.

İnip kapımı araladı. Tek bir solukta çıktığımda hastanenin kapısında başhekim ve doktorları beni beklerken buldum. Kır saçlı başhekimin konuşmasına izin vermeden ellerimi ceplerime yerleştirip, “Babamı görmek istiyorum,” dedim. “Lütfen.”

Bir ricadan öteydi sözlerim. Başını sessizce sallayarak, eliyle geçmem için işaret ettiğinde sessizce girdim hastaneye. Danışmanın olduğu kısımda kimse yoktu. Özellikle boşaltılmış olmalıydı. Uzun bir koridordan geçip, alt kata inen merdivenlere yöneldiğimizde, adamlarım benden önce geçip ortalığı kontrol ediyorlardı. Her zamankinden daha dikkatliydiler. Onların bu derece ince eğirip sık dokuması yaşayacağım o kahredici anın gelmesini az da olsa geciktiriyordu. Ancak ne olursa olsun, çare olmayacaktı… Adamlarımdan biri ceketini ilikleyip önümde durduğunda açtıkları yolda yavaşça ilerledim. Koridor boş ve renksizdi. Attığım her adımda hava soğuyordu sanki. Sessizlik daha fazlası mümkünmüş gibi daha da ağırlaşıyordu. Sabırla attığım her adım bir öncekinden daha zordu. İlerideki belirsiz bir kapıya yaklaştığımızı fark ettiğimde sarsıldı bedenim. Hâlimi fark eden sadece Bevar olmuştu. Koluma dokunduğunu hissettiğimde yutkundum. Ne konuşacak ne de mâni olacak gücüm vardı. Temasından sıyrılıp yürümeye devam ettiğimde netleşti kapı. Üzerindeki tabelayı görmek için başımı biraz ardıma eğdiğimde gri metal üzerindeki yazıda dolaştırdım gözlerimi.

MORG

Bir sözcük nasıl bu denli keskin ve soğuk olabilirdi? Sızlayan kalbimin acısıyla soluk alamadığımı hissettim. Elimi kaldırdım güçsüzce. İşaretimle kapı aralandığında iki adımda odaya girdim. Metal kapakların önünde duran orta yaşlı bir adam -elleri beyaz önlüğünün cebinde- başını eğerek selam verdi. Beni izleyen bakışların ortasında beklemenin anlamsız olduğunu bilmeme rağmen beklemeye devam ettim. Onlarca metal kapakta gezindi bakışlarım. Hangisi gizlemişti babamı? Kısa bir an sonra başımı salladım. Bir tek hareketim yetti. Kilit sesini duyduğumda bakışlarımı ayaklarıma indirdim. Ardından gelen sürgünün sert ve tok sesiyle de irkildim. Güç almak istercesine titreyen ellerimle yüzümü sıvazladım. Damarlarımdaki kanın buz gibi olduğunu ve kalbimin bilinmeyen bir güçle delicesine sıkıştırıldığını hissettim o an. Derin bir soluk almaya çalışsam da boğazımdaki yumru buna izin vermedi. Başımı çevirdiğimde bembeyaz bir örtü buldum karşımda. Bakışlarımı ayıramadım oradan. O örtünün altında babamın olduğunu bilmek canımı yakıyordu. Ona yaklaşmadan, dokunmadan önce çevremdeki adamları cılız bir sesle uzaklaştırmaya çalıştım.

“Dışarı çıkın…”

Bir hareketlenme olmadığını görünce aynı sözleri bu kez daha sert söyledim.

“Dışarı çıkın!”

Kısa bir süre bekleyip çıktılar. Bir kişi hariç: Bevar…

“Kapıdayım,” diyerek yanımdan ayrıldı. O da dışarı çıktı. O soğuk odada babam ve ben kaldık. Sadece ikimiz…

Üç adım… Üç küçük adımda ulaştım ona. Titreyen ellerimle yavaşça kavradım beyaz örtüsünü. Kumaşın sert dokusu parmaklarımın ucunu sızlattı. Usulca çektim geriye. Önce saçları göründü. Simsiyah saçlarının arasındaki gri izler daha da artmıştı sanki. Görüşüm bulanıklaşırken örtüyü biraz daha çekince alnını gördüm bu kez. Ve o dikiş izini. Küçükken dokunup anısını öğrenmek istediğim o keskin iz, karşımdaki bu cansız bedenin babam olduğunun en büyük ispatıydı. Babamdı… Bir yalan olduğuna inanmaya çalışan, küçük bir umuda sarılan yüreğim külçe misali ağırlaştı o an. Ciğerlerim ezildi, soluk bile alamadım. Acımla harmanlanmış bir inilti koptu dudaklarımdan. Kumaşı daha hızlı çekip bıraktım. Oydu… Barzan Uluhan’dı. Babamdı. Karşımdaydı. Sert yüz hatlarının kapladığı yakışıklı yüzü kırmızı izlerle gölgelenmiş, dik burnunda kocaman bir morluk belirmişti. Yaraları tazeydi. Dayanamayıp titreyen ellerimle ilk kez dokundum yüzüne. Kendi babamın yüzünü ilk kez bu morgda hissettim. Cansızdı, soğuktu…

“Baba…” diye fısıldadım. Ve ilk kez dudaklarımdan özgürce çıkmıştı bu söz. Alnımı alnına yaslayıp, “Baba… Ben geldim… Oğlun geldi…” dedim.

Açmadı gözlerini. Kara bakışlarıyla bakmadı bana. Görmedi beni. Duymadı, hissetmedi dokunuşumu, tenine değen bir damla gözyaşımı. Yüzünü bırakıp başımı geniş göğsüne yasladım. Gözlerimi kapadım. Bedeni sıcak değildi artık. Ürpertecek bir soğukluk kaplamıştı her yanını. Ama kokusu… Etrafta kokan keskin ilaç kokusu bile bastırmayı başaramamıştı o kokuyu. Burnumun direği babamın kendine has kokusuyla sızladı. Son kez alıyordum bu kokuyu. Gözlerimi aralayıp yüzüne baktım.

“Neden baba? Neden şimdi? Sensiz ne yapacağım ben? Nasıl ayakta duracağım?”

Ben anlattım, o sustu… Ne kadar sürdü, bilmiyordum ama soğuk bedeni daha da soğumuştu sanki. Yine de bırakamıyordum onu. Mahşerden önce son kez gördüğüm yüzünü yeniden avuçlarıma aldım. Yerini kara toprağın alacağını ve artık babam diye mezarını, onu örten toprağı avuçlayacağımı bilmenin verdiği acıyla yeniden sarıldım. Sedirde bulunan her zamanki köşesinde elini öperek yanından ayrıldığım babamın, bu kez soğumuş ellerini öptüm. Biraz daha yanında kalırsam ondan kopamayacak, onu almalarına izin vermeyecektim. Beyaz örtüyü yeniden tutup üşümesin diye örttüm sıkıca. Onu bu soğuk odadaki cansız hâliyle hatırlamayacaktım. Başını sallayıp da, “Yolun açık olsun, evlat!” diye beni uğurladığı o son anımız yer alacaktı anılarımda.

Alnına ufak bir öpücük bırakıp, “Yolun açık olsun, baba…” diyerek bu kez ben onu uğurladım.

Kapıdan çıktığım an Bevar’ın endişeli bakışlarını görünce derin bir soluk aldım. Adamlarım etrafımda dizilince uzun koridora attığım ilk adımda tökezledim. Bana doğru gelmek için hareketlenen Bevar’ı sağ elimi kaldırarak durdurdum. Verdiğim emirle iki yana sıralanmış adamların hepsi oldukları yerde kaldı. Gücümü toparlamaya çalışıp ileride beni bekleyen başhekime yürüdüm. Tam karşısında ellerimi göğsümde birleştirip durdum. Yüzüne baktığımda gözlerini benden kaçırdı. Benliğimi saran kuşku içimi giderek yükselen bir ateşle yakarken, karşımdaki adama babamın yüzündeki izlerin sebebini sordum.

“Babam nasıl öldü, doktor?”

Recommended Articles

Leave a Reply

Your email address will not be published.

error: Content is protected !!