Önümde kablolara bağlı yatıyordu. Gözlerini sıkıca kapatmıştı. Solgun teniyle bir ölüden farksızdı. Koca odadaki derin sessizliği kalbinin sesini yansıtan büyük bir makine bozuyordu. Sancar Kahraman’ın sahiden bir kalbi vardı. Ama sadece atan, onun yaşamasını sağlayan bir et parçasından başka bir şey değildi. İçinde ufacık bir sevgi kırıntısı bile yoktu. Yapayalnızdı. Olması gerektiği gibi de yapayalnız ölecekti. İstediği bu değil miydi sahi? Annemi öldürdükten sonra beni İzmir’e sürgün etmesinin tek nedeni bu isteği değil miydi?
Koluna saplanan iğnenin acısını hissetmeyecek kadar kendinde değildi. Hemşirenin bana değen bakışlarını umursamadan şırınganın ucundaki tüpe usulca dolan kanı izledim. Ölmeden önce ondan alabileceğim son şey bu olacaktı. Daldığım düşüncelerden uzatılan elle sıyrıldım. Sıcaklığı avucumda hissettiğimde sıkıca sardım. Başımı salladığımda hemşire odadan çıktı.
Koca odanın ortasındaki yatağın kenarında bulunan küçük, tek kişilik koltukta elimde onun kanıyla oturmaya devam ettim. Gözlerini açmasını beklediğim dakikalar ardı ardına geçerken sabırsızlığım katlanıyordu. İçimdekileri söyleyip bir an önce buradan gitmek ve Yedi Aşiret’in diğer ağalarının sahte ölümümün ardından çevirecekleri oyunları bir köşeye çekilip izlemek istiyordum. Kolumdaki saate bir kez daha bakıp doğruldum. Daha fazla bekleyemezdim. Bu odada onun yanında geçireceğim her bir dakika hem ondan nefret eden kalbime bir ihanetti hem de o adamlar için kurduğum planı tehlikeye atacaktı.
“Savaş?”
Ayağa kalktığım anda duyduğum sesle başımı kaldırdım. Nefes almasını sağlayan maskeyi çenesine kaydırmıştı. Kan kırmızıya dönen gözünün akıyla birlikte kara gözleri küçülmüştü. Mümkünmüş gibi daha da korkutucu görünüyordu. Ona doğru attığım iki büyük adımla yatağa yaklaştım.
“Öldürmek istediğin oğlunu karşında gördüğün için şaşırmışa benziyorsun, Sancar Ağa? Yanılıyor muyum yoksa?”
“Ne? Neden… Bahsediyorsun… Savaş?”
Yorgunlukla bezeli sesi kulaklarıma ulaştığında hırsla aramızdaki mesafeyi kapattım. Ellerimi başının iki yanına yaslayıp üzerine eğildim. Gözleri şaşkınlık dolu bir ifadeyle büyüdü. O an odada duyulan makinenin sesi daha da arttı.
“Aptal rolü yapmayı kes! Nereden geliyorum ben biliyor musun? Beni öldürmek için gönderdiğin o lanet tepeden! Annemi gömdüğün, bana da yanındaki yeri uygun gördüğün ıssız, çorak yerden!”
Çatılan kaşlarını gördüğümde, yumruklarımı sıkıp iki yanına vurdum tüm gücümle. Yatak duvara çarparken karşımdaki adamın kalp sesleri artık tüm odada çınlıyordu.
“Tek bir kez… Hayatımda tek bir kez sana güvendim ben! Ama sen ne yaptın? Yine beni yanılttın baba!”
Dudaklarımdan firar eden o sözcük kalbim kadar dudaklarımı da yaktı. Yıllardır kendime yasak etmiştim oysa. Beni İzmir’de halamın kucağına bırakıp gittiği o gece, arkasından defalarca haykırdığım o iki heceyi kalbimin gizli köşesine saklamıştım. Şimdiyse tüm sırlar gibi onun da firar etme zamanı gelmişti.
“Savaş!”
Sesini duymaya, daha fazlasını işitmeye gücüm yoktu. Öfkem dur durak bilmezken o an hiçbir şey umurumda değildi. Yumruklarımı başının her iki yanından yatağa savurdum.
“Madem beni öldürmek istiyordun, yaşamam bu denli ağır bir yüktü senin için… Neden o gün annemle birlikte öldürmedin beni de? Neden bunca yıl bu acıyla yaşattın beni?”
“Savaş dur! Kim öldürmek istedi seni?”
Sözleriyle alaycı bir şekilde güldüm. Yavaşça geri çekilip ellerimi saçlarımdan geçirdim hızlıca.
“Şimdi de inkâr ediyorsun, öyle mi? Bunu tahmin etmeliydim. Sen ne zaman yaptıklarının arkasında durmayı başarabildin ki Sancar Ağa?”
“Ben… Bir şey yapmadım… Savaş…” Sözleriyle öksürüğü bölünürken, nefes almasını sağlayan maskeyi çekip birkaç derin nefes aldı.
“Seni öldürmek isteseydim o gün öldürürdüm. Üstelik seni vârisim olman için çağırdım topraklarıma. Bunu neden yapayım? Sen olmasan kim sahip çıkacak soyuma?”
Sözlerini zihnimde tartarken yüzüne baktım öfkeyle. “Kim o zaman? Kim öldürmek istedi beni?”
“Yedi Aşiret. Benim tek vârisim olduğunu tüm cihan gibi onlar da biliyordu. Eğer benden önce sen ölürsen ben son nefesimi verdiğimde kanımı taşıyan bir vârisim olmayacaktı. O zaman aşiretim, insanlarım, servetim, her şeyim kurallar gereği onlara kalacaktı.”
“Siz onlarla dost değil misiniz?” dedim dişlerimi sıkarken. “Senin kanını nasıl öldürebilirler?”
“O masada sadece aşiretlerimiz için karar almıyoruz, Savaş. Kendi ailelerimizin kaderini de oylamaya sunuyoruz.”
“Annemi öldürmene onlar mı karar verdi? Kaç oy yetti onun canını alman için? Hayatımızı parçalaman için kaç el kalktı o masada?”
Sessizliğiyle acıyla yumdum gözlerimi. O masadaki diğer altı adam mıydı aslında en büyük düşmanlarım? Peki, neden onlarla anlaşmak zorundaydım? Annemin ölümünde parmağı olan o adamlarla bir bağ kurmayacaktım.
“Masanın lideri Barzan Ağa dışında hepsi öldü. Karşında hepsinin oğulları olacak. Güçlü olmak ve en önemlisi Kahraman Aşireti’nin var olabilmesi için onlarla hareket etmek zorundasın.” Sanki içimde yaşadığım çelişkiyi hissetmiş gibiydi sözleri. “Ama Barzan, ona karşı dikkatli olman gerek. Riyakârdır. Sözlerine inanma ve en önemlisi asla güvenme.”
Bahsettiği adamın kim olduğuna dair en ufak bir fikrim bile yoktu. O an sessizliği yaran hızlıca açılan kapı ve telaşla içeri giren Ayaz oldu.
“Yedi Aşiret’in diğer ağaları geliyor, Ağam!”
Hızlıca başımı salladım. Odadan çıkmam için kapıyı aralayan Ayaz’a dönüp beklemesini işaret ettim. Başını eğdi. Yatakta beni izleyen adama bakıp yaklaştım. Onu son kez gördüğümü bilerek uzun uzun baktım yüzüne. Her bir detayı zihnime kazınırken, onunla vedalaşmam gerektiğini bilerek derin bir nefes aldım.
“İstediğini yapacağım, Sancar Ağa. Aşiretine sahip çıkacağım. Ama o altı adam benim öldüğümü zannedecek. Sen son nefesini verene dek kazandıkları bu sahte zaferin tadını çıkarmalarını istiyorum.”
Yüzünde oluşan gülümsemeyle benim de yüzümde alaycı bir gülümseme oluştu. “Ancak huzur içinde ölmene izin vermeyeceğim. Annemin cenazesini ait olduğu topraklara, Atabeyoğullarına gönderdim. Çoktan varmış olmalı.”
“Hayır! Bunu yapamazsın!” dedi yerinden doğrulmaya çalışırken. Ama güçsüz bedeni dayanamadı ve hızla yatağa düştü. Çırpınışlarını umursamadım. Açtığım yarayı kanatmaya, canını acıtmaya kararlıydım.
“O küçük mezara hapsettiğin bebek için annemden alınacak örnekle DNA testi yapılacak. Onun kardeşim olmadığına, Peri olmadığına eminim. Bunu kanıtlayacağım.”
“Hayır, yapma Savaş!”
Cebimdeki tüpü çıkarıp gözlerinin önünde tuttum. “Bu kime ait biliyor musun?” Şaşkın bakışlarını gördüğümde devam ettim sözlerime. “Sana… Kardeşimi bulduğumda, onun senin öz çocuğun olup olmadığını gösterecek test için kullanılacak.”
Uzanan eli tüpe dokunamadan geri çektim. “Ama en kötüsü ne biliyor musun Sancar Ağa? Sen sonucu asla öğrenemeyeceksin!” Yerinden kalkmak için bu kez daha güçlü bir harekette bulunsa da yine faydasızdı.
“Vicdan azabı içerisinde öleceksin. Konağından sürgün ettiğin, yabancı bir hayata attığın çocuğun aslında kim olduğunu bilmeden kapatacaksın o gözlerini. Koca bir sonsuzluğa bilinmezlik içerisinde gideceksin.” Dolan gözleriyle yüzüme baktı. Onu hayatımda ilk kez ağlamak üzereyken görmüş olmanın şaşkınlığını yaşıyordum. İrkilsem de belli etmedim.
“Sen kendi çocuğunu, kendi ellerinle o konaktan attın, Sancar Ağa. Benliğinden uzak, aslında kim olduğunu bilmeden büyümesine sebep oldun.”
“O benim çocuğum değildi!”
Gözleri boşluğa dalarken umursamadım. “Bunu asla bilmeyeceksin!”
“Ağam geliyorlar!”
Ayaz’ın telaşlı sesiyle doğruldum. “Hoşça kal demeyeceğim sana… Tek diyebileceğim bize yaşattıklarının acısını çekmeden huzura ermesin ruhun!”
Yüzüne son bir kez bakıp Ayaz’ın açtığı kapıdan çıktım. Koridorun ucunda görünen adama sırtımı döndüm. Geldiğim yerden, yangın merdiveninin olduğu gizli bölmeden dışarı çıktım.
“O masadaki adamlar hakkında her şeyi bilmek istiyorum! Geçmişleri, hayatlarındaki kadınlar, en zayıf noktaları, sevdiklerinden çok nefret ettikleri, onlara dair bilmem gereken ne varsa her şeyi!”
Ayaz, elindeki telefona sarılırken gizlice çıktım hastaneden.
***
Dağ evinin önündeki küçük bahçede oturuyordum. Öylesine sessiz ve huzur doluydu ki olduğum bu yer, zamandan soyutlanmışçasına hürdüm. Oturduğum sallanan koltuğun çıkardığı ufak ses bahçede yankılanıyordu. Hatırlamam güç olsa da daha önce buraya gelip gelmediğimi düşündüm. Sadece beş senemi geçirdiğim bu topraklara yabancıydım. Bir izim, bir anım yoktu. O konak dışında hatırladığım hiçbir yer yoktu aslında.
“Ağam?”
Ayaz’ın telaşlı sesiyle başımı çevirdim. Kapının önünde durmuş, elindeki telefonla bana bakıyordu.
“Bana güzel bir haber ver.” Her ne kadar imkânsız olsa da bu isteğim küçücük bir umuttu içimdeki. Sadece bir an hissettiğim huzurun bozulmasını istemiyordum.
“Sancar Ağam biz çıktıktan sonra ölmüş…”
Duyduklarım beni rahatlatmak yerine canımı yakmıştı. Beklediğim bu olsa da yüreğime düşen sızıyla yaslandım ardıma. Bahçenin uzak bir noktasına gözlerimi çevirip sessizce kabullendim. Onun hasta olduğunu bilerek bu topraklara gelsem de o hastane odasından çıkarken öleceğine emin bir şekilde ardımda bıraksam da duymak çok farklı hissettirmişti. Artık yoktu. Hep istediği gibi hayatımdan sonsuza dek çıkmayı başarmıştı. Bana güzel tek bir hatıra bile bırakmadan…
Hiç uçurtma uçurmamıştık mesela. Gökyüzüne bakıp onunla yaptığımız uçurtmanın salınışını heyecanla izleyememiştim. “Daha yukarı baba!” diye bağıramamıştım.
Karne aldığımda heyecanla ona getirememiştim. “Karne hediyesi ne istersin, oğlum?” diye sormamıştı bana.
Bisiklet sürmeyi öğretmemişti. Önce dört tekerlekle başlayıp ardından iki tekerleğe düşürmenin heyecanını yaşayamamıştık. Ben o ardımda diye güvenirken iki tekerlek üzerinde beni bırakmamış ve ardımdan gururla izlememişti.
Ben babamla hiç baba oğul olamamıştım. Olduysak da beş yıla sığdırılan anılarımız o karanlık günlerle yok olup gitmişti.
Hiç yüreğinden koparcasına bana “oğlum” dedi mi merak ederdim! Sıkıca sarılıp sarmaladı mı beni? Saçlarımı okşayıp sevgiyle baktı mı yüzüme mesela? Uyurken izledi mi hiç beni? Uyandığımda gülümseyerek baktı mı yüzüme? Gözlerimi kırpıştırıp kendimi toparlamaya çabaladım.
“Ağalar haberi aldılar mı?”
“Evet, Ağam. Cenaze törenini Barzan Ağa yöneteceği için her detayla o ilgilenmek istiyormuş.”
Barzan Uluhan, özellikle dikkat etmemi istediği adamdı. Uluhan Aşireti’nin ağası, Yedi Aşiret’in lideriydi.
“Ağam bir de…”
Tereddütlü sesini işittiğimde yüzüne baktım dikkatlice. “Söyle Ayaz.”
“Öldüğünüzü tüm aşirete ve medyaya duyurmuşlar. Yedi Aşiret’in görevlendirdiği elçi, birkaç saat önce aileden tek kan bağınızın olduğu Kardelen Kahraman’a haberi vermek için yola çıkmış.”
Halamın adını duyduğum an hızla doğruldum yerimden. “Olamaz! Ben bunu nasıl düşünemedim? Halam duyunca mahvolur!”
Saatine baktı. “Çoktan varmış olmalı.”
Telefonumu çıkarıp şu an bana yardım edebilecek tek adamı buldum. Tam arama tuşuna basacakken elimden alınmasıyla şaşkınlıkla baktım. Ayaz, elindeki telefonumu parçalara ayırmak için uğraşıyordu.
“Ne yapıyorsun sen?”
“Planınızın bozulmasını engellemeye çalışıyorum!” Sim kartımı çıkarıp cebine atarken omzunu silkti. “Telefonunuzu uzun zamandır takip edip dinliyorlar.”
Daha ne kadar şaşırabilirdim duyduklarıma? “Beni takip mi ediyorlar? Yerim, izim belliyken neden böyle bir şey yapsınlar?”
“Yapacağınız hamleleri önceden tahmin edebilmek için. Siz onlar için ne denli büyük bir tehlike olduğunuzun hâlâ farkında değilsiniz, Savaş Ağam!”
“Bugün bunu çok iyi öğrendim, Ayaz. Ama…” Beni dikkatle dinliyordu. “Sen neden benim yanımdasın hâlâ? Onu çözemedim!”
“Ben her daim Sancar Ağama hizmet ettim. Aşiretimizin yeni ağası siz olduğunuz için artık sadakatim sizin için olacak.”
Sözlerini düşünürken sessizce yüzüne baktım. Benim tepki vermemi beklediğini görebiliyordum. “Sen bana sadık olursan Ayaz, ben de seni sağkolum yaparım. Sadakatinin karşılığını da misliyle alırsın. Ama şimdi bana telefonunu ver. Oflaz’ı aramalıyım.”
Hızlıca başını sallayıp, gülümseyerek telefonunu uzattı. Ezbere bildiğim numarayı tuşlayıp aradım. Çok uzun sürmeden telefon açıldı.
“Oflaz, hemen adamlarından birini halamın yanına göndermeni istiyorum.”
“O güzel kadının yanına bir erkek gidecekse eğer o ben olurum, dostum! Neler oluyor?”
“Birazdan Yedi Aşiret’ten bir adam yanına gidecek ve benim öldüğümü söyleyecek. Ona benim yaşadığımı ve bunun bir oyun olduğunu söylemeni istiyorum.”
“Onun narin kalbini durdurmak mı istiyorsun sen?”
“Halama iltifat etmekten ve ona yazmaktan vazgeç, Oflaz! Aranızda tam beş yaş var!”
“Ne olmuş yani? O kırk dört yaşında, bense otuz dokuz. Herkes için yaş sorun değilken bir biz mi sorun olduk? Hem kadın benden genç duruyor, dostum. Genç bir kız gibi.”
Boştaki elimi sinirle saçlarımdan geçirip dişlerimi sıktım. “Halamdan uzak dur, Oflaz! Cenaze günü topraklarıma yalnız girmesini istemiyorum! Onunla birlikte gel!”
“Huysuzdun, şimdi bir de çelişkili oldun. Hem uzak dur diyorsun hem onunla gel diyorsun. Bir karar vermelisin, dostum!”
“Oflaz! Fazla vakti yok! Vasiyetim sende biliyorsun. Onu da yanında getirmeni istiyorum.”
Karanlık bir adam olmasının yanında oldukça başarılıydı. Önce dostum olmuştu, ardından ise tüm hukuki işlerimi yürüten avukatım. Otuz yaşında bir adam olarak vasiyet hazırlatmama karşı olsa da umursamamıştım. Geçmişim yara bere doluydu ve geleceğimin de ondan farksız olmayacağına emindim. Tek istediğim ben ölsem de kardeşimin, Peri’nin iyi bir hayat sürebilmesiydi.
“B planı diyorsun, anladım. Bu halanı açık hedef gösterecek biliyorsun, değil mi?”
“O yüzden yanında olmanı istiyorum zaten. Onu senden başkasına emanet edemem.”
Konuşmasını beklemeden kapattım. Ayaz’ın beni izlediğini biliyordum. Telefonu uzatırken kaşlarımı çattım. “Senden istediklerimi getirdin mi?”
Cebinden çıkardığı zarfı açıp deste hâlinde fotoğrafları dizmeye başladı önüme. “Masadaki beş aşiretin ağaları vefat ettiği için vârisleri sırayla yerlerini aldı.” İlk koyduğu fotoğrafı işaret etti. “Yedi Aşiret’teki yerine ilk gelen vâriso. Gaziantep’te hüküm süren Cesur Aşireti’nin reisi Kenan Ağa. Birliğe katıldığında henüz on altı yaşındaymış. O yüzden ağalar onu pek ciddiye almamış. Ama o kadar çalışkan ve yaşına göre fazlasıyla başarılı olmuş ki hepsini şaşırtmış. Neredeyse Barzan Ağa’dan liderliği bile alacak konuma gelmiş.”
Esmer çehresi normalden uzun sakallarıyla gölgelenmişti. Dikkat çekici ve yakışıklı bir adamdı. Üzerindeki takım elbiseyle heybetli duruyordu. Sert çehresindeki kara gözleri hüzünle bakmasa ürkütücü bile diyebilirdim.
“Neden o kadar küçük yaşta böyle bir sorumluluk almak zorunda kaldı?”
“Babasının kanından, canından tek erkek evlat… Babası Korkut Ağa ve ağabeyi Kutsal Ağa’yı aynı gece kaybetti. Aslında o gece onu da öldürmeye çalışmışlar. Ama başaramamışlar. Sol kolu o geceden dolayı güçlü değil. Kimse bilmiyor.”
Diğer fotoğraftaki adamı işaret etti. Turuncu ve sarıyla karışan saçları, ela gözleriyle çok farklı görünüyordu.
“Malatya’da hüküm süren Bedir Aşireti’nin reisi Toprak Ağa. Büyükannesi bir Rus olduğu için böyle görünüyor olma ihtimali yüksek.”
Ayaz’ın yüzünü buruşturarak söylediği sözlerle güldüm.
“Biraz fazla neşeli. Barzan Ağa bu yüzden onu pek sevmez. Ama aşiretinin insanları tarafından çok sevilen biri. İşlerinde de oldukça başarılı ve Yedi Aşiret’e katkısı Rusya bağlantıları nedeniyle çok büyük. Babası Tayfun Ağa, Toprak Ağa küçükken ölmüş, annesi ise ansızın ortadan kaybolarak onu terk etmiş. Büyükannesi Anna Hanım tarafından büyütülmüş. Dedesi Tamer Ağa öldüğünde de ailenin tek torunu ve ağa kanı taşıyan tek vârisi olduğu için yerine geçmiş.”
Bir diğer fotoğraf masada yerini aldığında inceledim. Boynundaki zincir kolye, yakası açık gömlek, kısa ama biçimli siyah saçlar ve yamuk bir gülümsemeyle bir mahalle delikanlısı gibiydi.
“Van’da hüküm süren Aslan Aşireti’nin reisi Yiğit Ağa. Üç kız çocuğunun ardından doğan erkek evlat olduğu için babasının Kalender Ağa ve anası Huricihan Hanım’ın göz bebeği olarak büyütülmüş. Kalender Ağa, o çok küçük yaştayken kalp krizinden vefat edince ailenin tüm sorumluluğu ve yükü ona kalmış. Özel taşlardan imal ettiği tespihlerden oluşan büyük bir koleksiyonu var.”
Dergi çekimindeymişçesine göz alıcı görünen bir adamın fotoğrafını bıraktı önüme. Kumral saçları ve ela gözleriyle fazla dikkat çekiciydi.
“Erzurum’da hüküm süren Soylu Aşireti’nin reisi Mert Ağa. Annesi zihinsel engelli olan Dila Hanım’mış. Dayısı Emir Ağa, Mert Ağa’yı doğar doğmaz yanında yurt dışına götürmüş. Kendi nüfusuna alıp, oğlu olarak kabul etmiş. Mert Ağa, dedesi Ethem Bey ölünce cenazesi için dönmüş ve ağalığı teslim almış. Yalnız yaşıyor. Sınır ötesinde yasa dışı işlerle uğraşan pek çok dostu var.”
Saçının önündeki bir tutam beyaz saçla etrafına sert bakışlar atan esmer bir adamın fotoğrafını uzattı.
“Korkmaz Aşireti’nin reisi Cihan ağa. Celal Ağa’nın Yedi Aşiret’e rest çekerek kabul ettirdiği gayrimeşru oğlu. Bu yüzden topraklarında da aşiretinde de sayılmamış. Sadece insanları korkutarak kendisine bağlı tutan bir adam. Şiddeti seven, babası gibi av partileri düzenleyen garip biri. Partilerin çoğunluğunda kadınlar ve yasak ilişkiler olduğu söyleniyor. Okul hayatını çok erken bırakmış. Hesap kitaptan çok anlamasa da babasının devraldığı işlerini yaptığı karanlık işlerden sağladığı para kaynağıyla büyütmüş.”
Karşımda duran beş adamın fotoğraflarına sırasıyla baktım. “Sevgilileri, nişanlıları ya da eşleri var mı?”
“Özel hayatları oldukça hareketli her birisinin. Tek bir kadından bahsetmek güç. Sadece Genco Ağa’nın Yedi Aşiret tarafından kabul edilen nişanlısı var.” Uzatacağı fotoğraftan vazgeçip bir diğerini uzattı.
“Cihan Ağa dışında dikkat etmen gereken diğer adam Uluhan Aşireti’nin reisi Barzan Ağa.”
“Barzan Ağa!” dedim dişlerimi sıkarken. En büyük düşmanımı tanımadan edindiğimi ve bu adama dikkat etmek zorunda olduğumu biliyordum. “Vârisi kim?”
Uzattığı fotoğrafı aldım. Koyu renk saçlarının önleri uzun ve biçimliydi. Uzun yüzü, hafif çekik gözleri ve biçimli burnuyla fazlasıyla dikkat çekici bir adamdı. Kulağındaki küpesi ve kendine özgü tarzıyla beklediğimden çok farklıydı.
“Genco Uluhan. İstanbul’da yaşıyor. Kendi kurduğu Uluhan Golden adında bir mücevher markası var. Dünya çapında ünlü bir mücevher tasarımcısı. Barzan Ağa’nın işlerinden ve aşiretten uzak durmayı tercih ediyor.”
Duyduklarımı düşünüp, anlamlandırmaya çalışırken, diğer fotoğrafı alıp baba-oğula yan yanayken baktım. “Barzan Ağa’nın babamla arası nasıldı?”
“O konu biraz karmaşıktı, Ağam.”
Kaşlarımı çattım. Ayaz’ın neden böyle konuştuğunu anlayamıyordum. “O ne demek?”
“Uluhan ve Kahraman aşiretleri arasındaki ilişkiler hiçbir zaman normal değildi. Ama Barzan Ağa ve Sancar Ağa, henüz gençken ve Yedi Aşiret’te yerlerini almadan önce dostlarmış.”
“Peki ya bu düşmanlık?”
“Uluhan Aşireti, Boran Ağa’nın hastalığı ve işlerini geri plana atması nedeniyle güçten düştü. Yedi Aşiret birliğinde çatırdamalar başladı. Kısa bir süre sonra ölecek olan babası Boran Ağa’ya ve aşiretine bağlılık yemini etmiş. Bu olanlardan haberi olmayan Sancar Ağa ise Barzan Ağa’ya güvenmeye devam etmiş. Ta ki babası ölüp yerine kendisi geçene kadar. Yıllarca birbirlerine düşmandılar. Bir süre sonra Sancar Ağa, Barzan Ağa’nın kararlarını neredeyse gözü kapalı onaylamaya başladı. Bu durumda Yedi Aşiret ağalarıyla arasının bozulmasına neden oldu.”
Neden? Babam neden böyle bir şey yapmıştı? Bu adamla arasında nasıl bir bağ vardı? Bugün yaşadıklarımın geride bıraktığı yorgunluk ve hissettiğim karmaşık duygulardan dolayı bitap hissediyordum. Ardıma yaslandım. Başımı geriye bırakıp karşımdaki adama baktım.
“Cihan Ağa, Barzan Ağa’nın en büyük destekçisi. Nedenini bilmiyorum ama ona bağlı. Barzan Ağa’nın tek istediği ise Sancar Ağa’nın, yani artık sizin olan güç, servet ve topraklar… Sizi ortadan kaldırmak istemelerinin nedeni buydu.”
Her şey yerine otururken artık çözmüştüm. Acıyla gözlerimi yumdum. “Ben olmazsam halam, ağa kanı taşıyan tek kişi olur ve Barzan Ağa onunla evlenerek her şeye sahip olur.”
Sözlerimin ardından hızla yerimden doğruldum. “Cenaze konağa girdiği anda ben de orada olacağım, Ayaz. Tüm ayarlamaları yap. Yarın aşiretin başına geçmiş olacağım.”
“Emrin olur, Ağam!”
“DNA testi sonucu yarın akşam gelecek. Ağalığı devralmadan elimde istiyorum. Onlara gerçekleri kanıtlarıyla sunacağım. Dedeme haber gönder. Yarın yanımda olmasını istiyorum.”
“Ağam, aşiret ağaları Zelal Ağa’dan dolayı onu kabul etmeyeceklerdir.”
“Öyle bir ihtimal olmayacak. Ben ağalığı devraldığım anda dedem Ejder Atabeyoğlu da itibarını geri almış olacak.”
Yeminimi taçlandıracak bir affa hiçbir ağa karşı çıkamazdı. Üstelik o bir ağa dedesi olacaktı. Aklıma gelenlerle duraksadım.
“Bir de nikâh memuru istiyorum.”
“Evleniyor musun Ağam?”
“Ben değil!” dedim gözlerimi kısarken. “Halam… Onu Barzan Uluhan’dan koruyabilmemin tek yolu onu evlendirmek olacak, Ayaz.”
***
Şöminenin alevleri karanlık odayı aydınlatırken çocukluğumun en keskin hatırası önümdeki küçük sehpada duruyordu. Annemi son kez gördüğüm o kara günde avuçlarıma bıraktığı zümrüt yüzüğü… Yıllarca bir zincirin ucunda bir sır gibi sakladığım, boynumda taşıdığım emaneti gün yüzüne çıkarmamın vakti gelmişti. Her şey bitmişti işte. O ölmüştü. Kahraman Aşireti’nin güçlü ağası Sancar Kahraman artık yoktu. Babam yoktu. Hayatım boyunca bildiğim tek düşmanım, çocukluğumun ve geleceğimin karanlık gölgesi yok olmuştu. Sanki hiç var olmamış gibiydi. Beni koca bir rüyadan uyandırıp, bir bilinmezliğin tam orta yerine bırakıp gitmişti. İçimin soğuması gerekmez miydi? Bir nebze de olsa rahat nefes alabilirdim artık, değil mi? İstediğim olmuştu işte. Peki, neden böylesine yarım hissediyordum? Neden kalbim ateşlerin ortasında kalmış gibi kavruluyordu? Neden huzura erişemiyordum?
Doğrulup dizlerime dayadım dirseklerimi. Ellerimle yüzümü sıvazladım. O kadar yorgun hissediyordum ki… Yalnızlık ilk kez canımı yakıyordu bu gece. O lanet konağa bile giremiyordum. Kader bir kez daha uzak tutuyordu beni. Yeterince bedel ödememişim gibi… Başımı ellerime yaslayıp yüzüğe baktım tekrar. Bugün sadece babamı kaybetmemiştim ben. Annemi de kaybetmiştim. Zelal Kahraman da babamla birlikte bugün çıkıp gitmişti hayatımdan… Yıllar sonra ilk kez toprağın altına koyabilmiştim onu. Kalbimin arafında değildi. Bir yabancı gibi o da çıkıp gitmişti bugün hayatımdan. Anılarımızı, bana anlattığı masallara can veren sesini alıp gitmişti. Zihnime yer eden bu yüzük kadar zümrüt gözlerini de götürmüştü giderken.
Dolan gözlerimi kırpıştırırken derin bir nefes aldım. Onu anımsamaya çalışmak artık çok güçtü. Bugün öğrendiklerim sanki ona dair her bir detayı almıştı benden. Koca bir boşluk kalmıştı geriye. Dolmayacağını bildiğim bir boşluk… Ondan nefret etmeliydim artık. Yok saymalı, hiç tanımadığımı varsaymalıydım belki de… Çünkü onu hatırladığım an, nasıl bir kadın olduğu da ansızın çörekleniveriyordu zihnime. Masum değildi. Zelal Kahraman, benim bildiğim kadın değildi. Saçlarımı okşayan elleri, burnumun direğini sızlatan o eşsiz kokusu bana özel değildi. Kalbi… O da bana ait değildi. Her şeyi bir yabancınındı. Nasıl yapabilmişti bunu? Nasıl bir başka adama gidebilmişti? Babamı hiç mi sevmemişti? Ya ben? Son nefesini verirken beni bir kez olsun düşünmemiş miydi? O adam bu kadar mı mühimdi onun için? Canından vazgeçecek, beni, evlatlarını arkasında bırakacak kadar, masumiyetini yitirecek kadar çok mu sevmişti?
“Günahkâr…”
Fısıltım geceye karışırken Sancar Kahraman’ın neden yıllarca benim için bu sıfatı söylediğini anlıyordum. Annem Zelal Kahraman bir günahkârdı ve ben de onun oğluydum. Ne olursa olsun topraklarımda ve insanlarımın gözünde buydum. Evet, ben günahkârdım. Masumiyetimi yıllar önce o gün kaybettim ben. Annem, namussuz bir kadın olarak hüküm giyip töre için öldürüldüğü gün, kardeşim doğduğu gün konaktan atıldığında ve ben köklerimin olduğu topraklardan sürgün edildiğim o gece…
Kardeşim… Ona o kadar ihtiyacım vardı ki… Onu bulmak zorundaydım. Yaşayabilmek için, ayakta durabilmek ve benden çalınanların bedelini ödetebilmek için… Yoksa kaybolur, yitip giderdim. Düşmanlarımın istediği gibi yok olur ve meydanı onlara bırakırdım.
Yerimden doğrulup cama yöneldim. Rüzgâr ağaçları neredeyse yere eğecek kadar güçlü esiyordu. Camı aralayıp derin bir nefes aldım ciğerlerime. Dışarısı ne kadar soğuksa kalbim o derece yangın yeriydi. Bitmeyecek bir gecenin ortasındaydım. Başımı kaldırıp göğe baktım uzun uzun. Yıldızlar o kadar net görünüyordu ki… İzmir’i özlediğimi hissettim o an. Burada bir kapana kısılmış gibi hissederken orada özgürdüm. Orada sadece Savaş’tım. Denizlerin İmparatoru, Yat Tasarımcısı Savaş Kahraman… Basın, beni tasarımlarım ve başarılarımdan dolayı bu şekilde manşetlere taşımaktan hoşlanıyordu. İş dünyasındaki rakiplerim dâhil herkes başarılarımı hayranlıkla takip ediyordu. Onlara kendimi kanıtlamayı başarmıştım. Çok çaba sarf etmeden üstelik… Sadece birçoğuna göre babalarından sahip oldukları kalan şirketler iken ben sıfırdan başlamıştım. Tek istediğim Peri’ye güzel bir hayat verebilmekti.
Fısıltım geceye karışırken derin bir nefes aldım. “Neredesin kardeşim?”
Bir bilinmezliğin ortasındaydım. Nerede, ne hâlde olduğunu, nasıl bir hayat yaşadığını bilmeden burada çaresizce beklemek canımı yakıyordu. Bir anne şefkati ya da baba sıcaklığı gösteren biri var mıydı yakınlarında? Yirmi beş yaşına girmesine az bir zaman kalmıştı. Beşinci yaş günümde doğmuştu. 28 Eylül… Belki doğum tarihini biliyordu. Acaba adı neydi? Hangi ismi layık görmüşlerdi minik meleğime? Yıllar önce düşünmekten vazgeçtiğim bu sorular yine tüm benliğimi sarmalamıştı. Üstelik bu kez onları susturamıyordum. Ancak onu bulduğum anda tüm sorularım yanıt bulacaktı. Nefes aldığını biliyordum. Bir yerlerde benden uzak da olsa yaşadığını yüreğim hissediyordu. Ama onu bulamamaktan korkuyordum. En çok da onu ölmeden önce görememekten…
“Ağam?”
Ardımdan gelen sesle irkildim. Kendimi hızla toparlayıp başımı çevirdim. Ayaz, birkaç adım ötede durmuş, beni izliyordu.
“Her şey hazır mı?”
Başını salladı hızlıca. “Hazır, Ağam. Ejder Atabeyoğlu’na gönderdiğimiz adam bir saate ulaşmış olacak.”
Derin bir nefes alıp başımı camdan dışarı çevirdim tekrar. “Güzel… Mektubumu teslim ettin mi?”
“Elbette Ağam. Senin gönderdiğini dillendirmeden sadece teslim edecek mektubu.”
Yüzünü sadece bir kez görmüştüm. Dedem Ejder Atabeyoğlu… Kapadokya’nın en büyük toprak sahiplerinden biriydi. Yetiştirdiği üzümler, kendi fabrikasında şaraba çevrilip İtalya ve dünyanın pek çok yerine satılıyordu. Yaptığım araştırmalarla hayatına dair her detayı biliyordum. Tek bir şey dışında: Annemle neden yıllarca konuşmamıştı? Babamdan nefret ettiğini onu ilk ve son kez gördüğüm beni almaya geldiği gün haykırmıştı. Fakat neden o kadın hayattayken, Zelal Kahraman nefes alıyorken hiç yanımıza gelmediğini bilmiyordum. Öğrenememiştim. Oysa tek çocuğu oydu.
Onun dışında hiç evladı olmamıştı. Büyükannemin yani kızının doğumunda ölen karısının ardından da evlenmemişti. Kardeşi ve onun ailesiyle birlikte yaşıyordu. Onları ailesi, yeğenlerinin çocuklarını da torunları yerine koymuştu. Ben hiç yokmuşum, özbeöz torunu değilmişim gibi hayatına devam etmişti. Bugüne kadar… Onun cenazesini ona geç de olsa bugün göndermiştim. Ona dair yüreğimde hissettiğim bir borcumu ödemiştim. Şimdi eline ulaşmak üzere yolda olan o mektupla bana gelecekti.
“O bebek… Eğer senin kanından değilse Ağam, ne olacak? Mezarı orada mı kalacak sabinin?”
“Hayır…” Camın önünden çekilip koltuğa oturdum. “Onun da bir ailesi olmalı. Onlara teslim edeceğiz. O zamanlarda bu topraklarda doğum yapmış bütün kadınları araştırmanı istiyorum.”
Oluşan kısa süreli sessizlikte yüzüğü aldım avuçlarıma. Boynuma asmak artık koca bir yükten farksızdı benim için. Yine de yapamadım. Zincirine takıp boynuma geçirdim.
“Nikâh memurunu bulabildin mi?”
“Evet, Ağam. Sabah erken saatte getireceğim. Ama aklıma takılan bir konu var. Kardelen Ağamı kimle evlendireceksiniz?”
Gülümsedim. Aklıma gelen ismin bu haberi duyunca çıldıracağını biliyordum. “Onu bu hayatta emanet edebileceğim tek kişiye…”
“Kardelen Ağam’ın evlendiğini Barzan Ağa duyunca nikâhı bozmak için harekete geçecektir,” dedi karşıma otururken.
“Ben Sancar Ağa değilim! Bana sözünü geçiremeyeceğini anlayacak.” Kısa bir bekleyişin ardından Ayaz’a baktım. “En güvendiği adamları kimler?”
“Tek bir adam var, Ağam.”
Merakla baktım yüzüne. “Kimmiş?”
“Bevar… Bevar Kılıç.”