Gecenin karanlığının gökyüzündeki hükmünün sona ermesini bekliyordum. Doğan güneş sadece benim değil, pek çok kişinin hayatını değiştirecekti. Artık gizlenen, varlığı yok sayılan bir vâris olmayacaktım. Alenen soyundan kalanlara sahip çıkmak için topraklarıma dönecektim. Gücümü ve zapt edilemez öfkemi göstermek için, mazinin intikamı için orada olacaktım. Ondan, Sancar Kahraman’dan kalan koltuğa oturacaktım. Sonraki hedefim ise Barzan Uluhan’ın yerini almaktı. Yedi Aşiret’in lideri ben olacaktım. Belki annemi temize çekmeye yetmeyecekti gücüm. Ama beni öldürmeye çalışan o adamlara kurdukları tuzağın bedelini ödetecektim.
Yanıma gelen Ayaz’ın sesini duyduğumda başımı çevirdim.
“Ağam, uyuyup dinlenseydin…”
Başımı salladım. Tepeye kurulan dağ evinin bahçesine yerleştirilen koltuğuma yaslandım tekrar. “Ben öyle huzurlu uykuları olan bir adam değilim. Birkaç saat uyuyabilirsem şanslıyım.”
Ardından yine sessizliğe gömüldüm. Başımı koltuğun gerisine yaslarken üzerimdeki battaniyeye sıkıca sarıldım.
***
“Geleceğiniz yol hayli ıssız ve engebeli olacak, Oflaz. Dikkatli olun!”
Ben bu sözleri söyleyeli neredeyse bir saat oluyordu. Ama ne gelen vardı ne de bir haber. Artık sabrım tükeniyor, endişem katlanıyordu. Hata mı etmiştim? Bu hayatta değer verdiğim yegâne insanı tehlikeye atmıştım. Yerimden kalktım. Ben gidecektim o hâlde. Halamın yanına gidecek ve iyi olduğundan emin olacaktım. Nikâh memurunun yanında duran Ayaz’a seslenecekken, tozu dumana katarak gelen arabayı gördüğümde silahıma davrandım. Hızla yanıma gelip, onun da silahını çektiğini fark ettiğimde gördüğüm araba rahatlamamı sağladı. Bu kadar büyük ve kaba hatlara sahip araba tek bir adamın tarzı olabilirdi. Duran arabadan inen adamı gördüğümde, derin bir nefes alıp gülümsedim.
“Oflaz!”
Ardından arabanın diğer yanından çıkan kişiyi gördüğümde gülümsemem buruk bir hâl aldı.
“Hala?”
Halam, gözlerinden süzülen yaşlarla koşarak kollarıma atıldı. Acısını, korkularını hafifletmeye çalıştı.
“Savaş!”
“Geçti hala…” Hislerini sözlerine dökmesini beklemeden, “Gözyaşı dökmeyeceksin artık. Kaçmayacaksın. Yanındayım ben…” dedim gözyaşlarını şefkatle silerken.
Halam ağlarken, ben sıkıca sarıp sessizce onu avuttum. Oflaz ise bizi izliyordu.
“Gitme vakti geldi.”
Bir cenazeye gider gibi değil, aksine özgürlüğüne kavuşacak, idama mahkûm bir adam gibi görünüyordum. Üzerimde bej tonlarında bir takım elbise ve beyaz bir gömlek vardı.
Oflaz ve halamın hareketlendiğini gördüğümde onları durdurdum. “Öncelikle yapmamız gereken bir şey var.”
Nikâh memurunu tek bir işaretle yanıma çağırdığımda Oflaz, adama bakıyordu.
“Bu kim Savaş?”
Elini sıkıca tutan halama ardından benden bir cevap bekleyen dostuma dönüp ciddi bir şekilde baktım.
“Nikâh memuru… Sizin nikâhınızı kıymak için bekliyor.”
Karşı çıkacaklarını, beni zorlayacaklarını düşünürken, sessiz bir hâlde birbirlerine baktıklarını gördüğümde yüzlerini inceledim. Beni büyüten, sevgisiyle ve şefkatiyle her daim yanımda olan halamın gözlerinin mavisinde hüzün vardı. Sırlarıma ortak olan ve işlerime her zaman destek olan adam Oflaz Korhan ise ciddi bir ifadeyle duruyordu. Onlara bu zor durumu yaşattığım için yüreğim rahat olmasa da mecburdum. Bu nikâh olmadan halamı o konağa götüremezdim. Zira Barzan Uluhan planlarını gerçekleştirmek için tetikte bekliyordu. Üstelik büyük bir hata yapmıştı. Gizli bir şekilde karısından boşanmıştı. Bunu halamla evlenebilmek için yaptığına emindim. Bu cesur hareketinden ne karısının ne de oğlu Genco Uluhan’ın haberi vardı.
“Hala,” dediğimde yanımda duran güzelliğiyle göz kamaştıran kadının ellerini sardım. “Bana güveniyorsun, değil mi?”
“Elbette…” dedi titreyen dudaklarını kenetlemeden önce. “Ailemden geriye kalan tek şey sensin, Savaş.”
“Oflaz’la evlenmeni istiyorum, hala. O konağa girmeden önce evlenmiş olmalısın.”
İnce kaşlarını çatıp, anlamaya çalışırcasına baktı yüzüme. “Benden bunu neden istiyorsun, Savaş?”
Gözlerimi kaçırdığımda ellerimi saran narin parmakları sıklaştı. “Bunu bilmek hakkım! Söyle bana. Neden?”
Derin bir nefes alıp yüzüne çevirdim bakışlarımı tekrar. Elbette nedenleri öylece ona söyleyemezdim. Bu hem onun güvenliği hem de yaralanmaması için gerekliydi.
“Güvenliğin, huzurun ve mutluluğun için istiyorum. Lütfen daha fazla sorgulama…”
Başını eğdi ve öylece sessizlik içinde kaldı. Söylemek istediği onlarca sözün ve dudaklarını aşındırmak için hevesli itiraz barındıran cümlelerin olduğunu biliyordum. Ancak bunu ne cevaplayacak gücüm ne de buna verebilecek makul sözlerim vardı.
“Bu sadece benim kabulümle gerçekleşecek bir istek değil, Savaş.” Bakışlarını kaldırıp, az ileride duran adama bakarak devam etti sözlerine. “Burada söz konusu olan sadece benim hayatım değil.”
Haklıydı. Ama Oflaz’ın bu isteğime karşı çıkmayacağına emindim. Gözlerindeki parıltılarda, halama dair hissettiği duygular bezeliydi. Uzun zaman önce yalıya ilk kez davet ettiğim akşam halamı gördüğü an ona tutulduğunu biliyordum. Hislerinin derinliğine emin olamasam da bir toz bulutu kadar güçsüz olmadığına emindim.
“Oflaz?” dediğimde derin bir rüyaya dalmış gibi irkilerek kendine geldiğini gördüm. Onu bu denli düşünceli ve mutsuz görmek şaşırmama neden oldu. İstemiyor olabilir miydi? Halama dair hissettiğini düşündüklerim bir yanılgıdan ibaret olabilir miydi? Peki, o zaman ne yapacaktım? Onu nasıl koruyacaktım? Konağa girdiğinde onun için planlanan oyuna çekilmemesi için ne yapabilecektim? Evet, ben yaşıyordum. Bu nedenle halam onların elinde güçlü bir silah olmayacaktı. Ama bu onları durdurmayacaktı. Beni yine öldürmeye çalışacaklarına ve halamı tekrar Kahraman Aşireti’nin soyunu taşıyan tek kişi olarak ilan edip erteledikleri planları bir bir hayata geçirmeye çalışacaklarına emindim. Buna izin veremezdim. Gerekirse zorla kıyılacaktı bu nikâh. Yerimden öfkeyle doğrulup ona yaklaştım. Yakasını kavrayıp kendime çektim ve halamın duyamayacağına emin olduğum bir şekilde fısıldadım.
“Bana bak lanet herif! Sözlerimi işitiyor musun?”
Şaşkınlıkla büyüyen gözleriyle yüzüme baktığında yakasını daha sıkı kavradım. “Halama dair sergilediğin o ilgili tavırlar bir kurmaca mıydı?”
“Savaş… Yani ben ve Kardelen…” dediğinde yakasını saran ellerimi öfkeyle kavradım.
“Eğer hayır olursa cevabın… Bir daha onun yakınına yaklaşmak bir yana yüzünü bile görmene izin vermem! Hanemi kendine düşman yeri bilirsin!”
“Hayır diyeceğimi kim söyledi? Ben sadece bahsettiğin kişinin ben olduğumu düşünmemiştim!” derken sözleriyle şaşıran bu kez bendim. “Yahu çeksene şu ellerini yakamdan! Kardelen karım olmadan son nefesimi vermeye niyetim yok!”
Ellerimi yakasından çekerken, uzaklaşmadan son sözümü söyledim. “Eğer hayır deseydin buradan sağ çıkmana izin vermezdim, Oflaz!”
***
“Siz Sayın Kardelen Kahraman, Sayın Oflaz Korhan’ı hiç kimsenin etkisi ve baskısı olmaksızın özgür iradenizle eş olarak kabul ediyor musunuz?”
“Evet…” dedi sakin bir ifadeyle.
“Siz Sayın Oflaz Korhan, Sayın Kardelen Kahraman’ı hiç kimsenin etkisi ve baskısı olmaksızın özgür iradenizle eş olarak kabul ediyor musunuz?”
“Evet!”
“Şahitler olarak sizler de duydunuz. Birbirlerini eş olarak kabul ettiler. Sizler de şahitlik eder misiniz?”
Halamın şahidi ben iken, Oflaz’ın şahidi Ayaz’dı. İkimiz de aynı anda, “Evet!” dedik.
“Ben de sizleri karı koca ilan ediyorum. Buyurun imzalayın.”
Halamın titreyen ellerine inat, Oflaz hızlıca imzaladı. Ardından bana uzatılan defteri imzalayıp Ayaz’a ittirdim. Bir süre sonra nikâh memurunun ayağa kalkışıyla hızla doğrulduk.
“Ben de sizleri Şanlıurfa Büyükşehir Belediyesi’nin vermiş olduğu yetkiye dayanarak karı koca ilan ediyorum!”
Ayaz ve ben, nikâh memuruyla dışarı çıkarken onları yalnız bıraktık.
***
Az ileride konağa taşınan tabuttaki adam, beni bu hayatta yaşarken öldürmeyi başaran tek insandı. Bu dünyaya gelmeme vesile olan, beni cehennemine yoldaş eden adam… Kalbimi yıllar önce avuçlarında ezip geçmiş, beni ardında bırakıp giderken tüm çocukluğumu bir kibritle alev alev yakmayı başarmıştı. O adam ne yazık ki benim babamdı.
Beni yıllar önce ardında bırakan adama hiç veda edememiştim. Unutmaktan korkmuştum belki de. Hatırladıklarımın bir elin parmaklarını geçmeyecek anılarla dolu küçücük maziyi de benden alamasın istedim. Bu yüzden sustum ve bekledim. Babam değildi. Hayatımda sahip olduğum en büyük ve tek düşmanımdı. Beş yaşındaki küçük bir çocuğa ilk kez nefreti tattırandı.
Bu konaktan gidebilmeyi hiç başaramamıştım. Annemin çığlıklarını duymamak için kulaklarımı kapatıp çaresizce sindiğim o taş kolonun ardında hâlâ gizlenmiş bekliyordum. Çaresiz, deli gibi korkarak… Yirmi beş yıl önce, o lanet günde kalmıştı ruhum ve kalbim. Boynumda asılı olan zümrüt yüzüğü kavradım. Asla tam olamayacaktım, biliyordum. İnsanların gözünde bir “günahkâr” olan ben, asla “masum” olamayacak, o vasfa erişemeyecektim.
Hızlı adımlarla arabaya doğru gelen Ayaz’ı gördüğümde oturduğum yerde dikleştim. Vakit gelmişti. Halam, Oflaz ile birlikte konağa gireli yeterince zaman geçmişti. Planlarım istediğim gibi gidiyordu. Şimdi sahne benimdi. Kapıyı açmak için harekete geçtiğimde, ben dokunmadan açılmasıyla başımı kaldırdım. Karşımdaki adamı gördüğümde tanımam sadece saniyeler sürdü.
“Dede?”
O kadar uzun zaman olmuştu ki yüzünü görmeyeli… Yüzünü unutsam da Zelal Kahraman’a benzeyen zümrüt yeşili parlak gözleri onu hatırlamam için yeterliydi.
“Geç kalmadım, değil mi evlat?”
Sesi her zamanki gibi güçlü ve sertti. Yine de ona geç de olsa göndermiş olduğum emanetten dolayı üzgün olduğunu görebiliyordum. Sağ eliyle kavradığı bastonu fark ettiğimde kaşlarımı çattım. O an yıllar önce beni almaya geldiği bahçede Sancar Kahraman’ın onu vurduğu anı anımsadım. Kızının canını alarak yüreğini yaktığı bu adama ömrü boyunca taşıdığı bir iz daha bırakmayı başarmıştı. Arabadan yavaşça inip karşısında durdum. Güneş gözlüğünü çıkarıp yüzümü inceledi.
“Gelmeyeceğini düşünmüştüm.”
Alaycı bir gülümseme yer etti dudaklarında. “Burada olmak hem sana hem de kızıma borcum, evlat.”
Tahta, özel işlemelerle bezeli bastonuna dayanıp diğer koluyla bana sarıldı. “Teşekkür ederim!”
Neden teşekkür ettiğini düşünmeme gerek yoktu. Beni saran kollarına karşılık verdim ama konuşmadım. Onun şimdi nerede olduğunu bilsem de hakkında bir söz işitmeye takatim yoktu. Geri çekilip yüzüme baktı.
“Küçük torunum nerede, Savaş?”
“Ah bir bilebilsem dede! Nerede, ne hâlde olduğunu bir bulabilsem!” Ama bir şey diyemedim. Kumral saçlarına düşen aklara bakıp başımı salladım.
“Çok yakında onu da getireceğim, dede. Ama bu kez yanında ben olacağım.”
“Az sonra ağalığı devraldığın andan itibaren benim topraklarıma girmene izin vermezler, Savaş. Sen buraya aitsin,” dedi ardında yer alan konağa kısa bir bakış atıp.
“Ama o… Zelal’imin küçük yavrusunun ait olduğu bir yer yok. Benim topraklarım, benim hanemden başka onu kabul edecek bir yer yok.”
“Hayır! Benim hanem, benim topraklarım, sahip olduğum ve olacağım her şeyin yarısı kardeşimin! Benim yanım dışında başka hiçbir yer onun yuvası, toprağı değil, dede! Onu kimseye vermem!”
Sözlerimin karşılığında sessizce bir süre düşündü. Yüzümde gezinen gözleri yaşlarla dolduğunda tekrar siyah gözlüklerinin ardına sığındı.
“Keşke baban olacak o adam da ismini dilime yük etmek istemediğim o lanet herif de senin gibi sahip çıkabilseydi yavrumun yavrusuna! İşte o zaman ne benim yavrum kara toprak altında olurdu şimdi ne de sen böyle yara bere içinde! Gönderdiği lanet bir mektuba yazdığı iki satırla verdi kızımın haberini bana!”
“Bunları konuşmanın artık bir anlamı yok, dede!” dedim bir solukta. “Bugün buraya gelmeni istememin tek bir nedeni vardı.”
“Mektubunda yazmamıştın?” dedi kaşlarını çatarken.
“Az sonra bu konağa girdiğimizde senin ve onun…” dedim güçlükle nefes alıp. “Yani annemin soyunu temize çıkarıp yıllar önce verilen aile hükmünü sileceğim. Ama bir şartım var, dede.”
“Zelal’in isminin temize çıkmasının güç olduğunun farkındayım. Ama Atabeyoğlu soyunun artık bir leke gibi görülmesini istemiyorum. Bu yüzden ne istersen kabulüm, evlat!”
Sözleri içimdeki öfkeyi anbean büyütürken, kaşlarımı çatarak yüzüne baktım. “Ondan bu kadar kolay vazgeçiyor olman beni şaşırttı, dede! O senin kızındı!”
“Elbette, ama…”
Sözlerini elimi kaldırarak durdurdum. “Senden istediğim tek bir şey var. Ben oraya gidip, senin soyunun üzerindeki hükmü kaldırdıktan sonra bana nedenini anlatacaksın. Annem için ölüm hükmü verilirken, neden konağa gelip babama karşı durmadığını anlatacaksın.”
“Sana maziyi ancak torunumu bana getirdiğin vakit dillendirebilirim, Savaş. Hakikati ikinize de ancak tek bir solukta anlatabilirim. Daha fazlasına gücüm yetmez.”
Elinde silahıyla birlikte etraftaki adamları etkisi altına alarak bana yol açmaya çalışan Ayaz’ın ardından konağa ilerliyordum. Bir adım geride ise dedem vardı. Siyah güneş gözlüğümün ardından ona baktığımda fazlasıyla heyecanlı ve tedirgin görünüyordu. Onun aksine ben rahattım. Burada olmak ve onların karşısına çıkıp, “İşte buradayım! Beni öldürmeyi başaramadınız!” demek için sabırsızlanıyordum. Benim topraklarımda, atalarımdan kalan bu konakta ben olmadan hükümdarlık kurmaya çalışan Barzan Uluhan’a da onun yönetimindeki diğer ağalara da hesap sormak için dönüyordum.
Büyük, ahşap kapının aralığından içeri adımımı attığımda onu gördüm. Dualarla bezeli, yeşil bir örtünün altında avlunun orta yerine konulan tabutu… İçinde ne yazık ki bana kan veren, hayata gelmeme vesile olan o adamın olduğu soğuk bir kutudan farksızdı benim için. Ama yine de durduramadım adımlarımı. Durmak için de çabalamadım. Beni gördükleri anda geri çekilen dört adamın yüzüne dahi bakmadan yaklaştım. Her bir adımım ağır ve bir o kadar da güçsüzdü. Ellerim ise inkâr edemeyeceğim kadar titriyordu. Nefret… Evet, ona karşı duyduğum saf bir nefretti. Ama içimde, kalbimin en yaralı köşesinde gizlenen o küçük çocuğun hüznü tüm benliğimi yakıyordu. Bir adım kala, elimi kalırsam ufacık bir harekette dokunabileceğim kadar yakın bir mesafede durdum. Öylece, sessizce…
İnsan öldüğünde ardında anılar bırakırdı, değil mi? Hatırladığında kalbini sızlatan ve gözlerini yağmur bulutlarıyla ıslatan… Koca bir özlem kalırdı onun bıraktığı yerde. Ne yerini doldurman için bir çare olan ne de sana nefes aldıran… Biz o kadar şanslı değildik. Ne bana can veren o kadın geride güzel anılar bırakabilmişti ne de bana kan veren bu adam! Her ikisi de bencildi. Zelal Kahraman, sadece kendini düşünmüş ve zevk uğruna beni ve ailesini yakıp kül etmişti. Sancar Kahraman ise ondan farksızdı. O kendi yarasını önemli bilmiş, beni ardında bırakıp başka bir vâris sahibi olmak için her gece başka bir kadının koynuna girmişti. Ne o kadın bana anne olabilmişti ne de babam bir baba gibi yanımda durabilmişti. Bana ondan ne bir anı kalmıştı sığınabileceğim ne de bir tutam özlem vardı gözyaşı dökebileceğim. Sanki ben onların oğlu olmayı seçmişim gibi günahlarına ve kara mazilerine beni ortak edip, öylece çekip gitmişlerdi. Bugün geçmişimin son parçası da burada önümde duruyordu işte. Kara toprak altına girmeden sanki kendini zihnime kazımak ister gibi buradaydı.
“Buradayım. Olmamı istediğin yerde… Sadakatle bağlı olduğun o Yedi Aşiret ağaları da burada… Görüyorsun, değil mi? Birer leş kargası gibi çoktan gelip yerleşmişler konağına!”
Başımı kaldırıp sütunlarla bezeli duvarlara baktım. “Beni fazla gördüğün çok kıymetli konağında senden kalanları paylaşmak için gelmişler. Söylesene hangisi ister bu kıymetli varlığını? Hangi aşiret topraklarına katmak ister bu ah dolu yeri?”
Kaşlarımı çatıp elimin birkaç milim altında uzanan tabuta baktım. “Oysa isteseler ben bedelsiz verirdim burayı onlara. Burada nefes almaya da kalmaya da tahammülüm yok. Ben burada bir kez olsun uyumaya dayanamazken varlığına ihtiyacım yok. O yüzden Sancar Ağa, kardeşimi bulduğum vakit onun bir daha bu konağa girmesine izin vermeyeceğim. Senin izin olmayan yepyeni bir yerde yaşayacak. Senden uzakta…”
Adım seslerini duyduğumda vaktin geldiğini biliyordum. Suskunlukla bekledim. Beni tanımalarını bekledim. Ancak başarılı olamadılar.
“Siz kimsiniz?”
Alaycı bir gülümsemeyle ardıma döndüm. Gözlüğümü çıkarmadan, birkaç saniye yüzlerine bakıp bekledim. Her biri merakla yüzüme bakarken gözlerimi gün ışığıyla buluşturdum. Gördükleri anda irkilmelerine rağmen genç olan dört adam ifadesiz bir şekilde bakıyorlardı. Varlığımdan habersiz oldukları aşikârdı. Aralarında yaşıyla ve duruşuyla en büyük olduğunu gösteren Barzan Uluhan ise kızgındı.
“Ben Savaş Kahraman! Sancar Kahraman’ın oğluyum!”
**
Yeni bölüm sizlerle…
Yorumlarınızı bekliyorum.
Keyifli okumalar…