Adını buraya geldiğim andan beri defalarca duyduğum, suretini dün gece gördüğüm adama aitti. Genco Uluhan’a! Ayaz’ın Yedi Aşiret tarafından onaylandığını söylediği nişanlısıydı. Gece karası saçları onun tenine düşecek, girdap misali kendine çeken gözleri onunkilere mühürlenecekti. Rojda… İsmi gibi haneme doğan bu güneş, aslında başka bir adamın ışığıydı.
“Dayı?”
Sesi o kadar nahifti ki… İnce namelerle bezeli o güzellikten kendi adımı duymak istedim bencilce. Sadece benim adımı dolamasını istedim diline.
“Hoş geldin güzel kızım, Rojda’m.”
Yumruklarımı sıktım duyduğum öfkeyle. İsmine dair telaffuz edilen aidiyetlik canımı yaktı. Ancak buna dair tek bir çarem bile yoktu.
“Ziyaretimin nedeni hoş olmasa da hoş buldum diyeyim.” Bakışları benimle birlikte ayağa kalkan ağaların üzerinde gezindi. Beni aradığı aşikârdı. Ama ben varlığımı belli edecek en ufak bir harekette bulunmadan onu izledim.
“Sancar Ağa’nın ailesine bir başsağlığı dileğinde bulunmak isterim. Aşiretim ve ailem adınadır ziyaretim.”
Sözlerinin ağırlığına tezat yüzünde ufacık bir gülümseme vardı. Ağalar üzerinde gezen bakışları benim üzerimde fazla durmadan tekrar Barzan Ağa’ya döndü. Beni hatırlamamıştı. O gece yüzümü bile gördüğüne emin değildim.
“Çok iyi yaptın, kızım. Seni Sancar Ağa’nın oğluyla tanıştırayım o hâlde. Aşiretinin gücüne sahip çıkacak, ailesinin başına geçecek ve babasının koltuğuna layıkıyla oturacak…”
Barzan Ağa içtenliğine zerre inanmadığım beni öven sözlerine devam ederken bakışlarım onun güzel yüzüne kenetlenmişti. Dikkatli bir şekilde söylenenleri dinlerken boynundaki kırmızı fuları bir kez daha sıkıca tuttuğunu fark ettim. Heyecanlı mıydı?
“Savaş Kahraman!”
İsmimi duyduğum anda başımı kaldırdım ve o an göz göze geldik. Işık dolu parıltılarla bezeli kara gözleriyle bana bakıyordu. Beni hatırlamamıştı. Yıllar önce kısacık bir an göz göze gelişimizin benliğinde iz bırakmasını beklemem saçmaydı. Ama yine de sinirlenmiştim bu duruma. Gözlerini kaçırdığında temasımızı kesmemek adına bu kez ben konuştum.
“Tanıştığımıza memnun oldum, Rojda Hanım.”
Elimi uzatmama gerek yoktu. Zira bunun doğru karşılanmayacağını biliyordum. O yüzden yumruklarımı kavradım sıkıca. Başını kaldırıp tekrar yüzüme baktı.
“Başınız sağ olsun, Savaş Ağa. Hem ailem hem de aşiretim Kurt Aşireti adına çok üzgünüz.”
Neden bu aşireti yeni işittiğimi anlayamıyordum. Yedi Aşiret’e bağlı değillerdi. Ama diğer ağaların ses etmiyor oluşu yabancı olmadıklarını gösteriyordu. Daldığım düşüncelerden başımı sallayarak sıyrıldım.
“Dostlar sağ olsun,” dedim gözlerimi kısarak. Onun dost tarafında olmadığı, yanımdaki adamın varlığından belliydi. Yine de öyle olmamasını istedim. Bu karanlık işlerde bir izi olmasın, oynanan bu oyuna hiç dâhil olmasın istedim nedensizce. Barzan Ağa ve benim aramda kalan ahşap ve kollu sandalyeyi işaret ettim.
“Buyurun, oturun lütfen. Sizi hanemde misafir etmek isterim.”
Sözlerimin ardından izin istercesine Barzan Ağa’ya baktı. Ondan onay alınca da gösterdiğim yere oturdu. Ben de diğer ağalarla birlikte yerime geçtim. Yanımda otururken sıcaklığını hissedebiliyordum. Önüne konulan ikramlara dokunmadan, eğilip diğer yanında oturan en büyük düşmanıma bir şeyler fısıldadı. İşitmeyi ne kadar istesem de başarılı olamadım. Önümdeki bardağa dökülen gül şerbetinin içimde can bulan yangına derman olmasını istercesine yudum yudum içtim.
“Genco’yla tanışmanı çok isterdim, Savaş Ağa!”
Duyduğum isimle kaşlarımın çatılmasına engel olamadım. Başımı çevirip yanımdaki güzelliğin yüzüne baktım. Kızaran yanaklarıyla birlikte başını eğmişti. Onu seviyor muydu? Yanaklarının kızarması, utangaçlığının manası o adama duyduğu aşk mıydı? Kucağında birleşen ellerine baktım. Bir yüzük, ona bağlılığını simgeleyen ufacık bir iz aradım. Yoktu. Neden yoktu? Bir adam, evleneceği kadına kendisine ait olduğunu vurgulayan bir yüzük sunmaz mıydı? Aptal mıydı bu adam? Böyle bir güzelliğe sahip kadından, ufacık bir yüzüğü mü esirgemişti yani? Ben olsaydım bu güzel kadın bana, geleceğime ait olsaydı onun için her şeyimi feda ederdim! Tüm cihana benim olduğunu, benim kadınım olduğunu, teninin ve ruhunun tek sahibi ben olduğumu duyuracak güzellikte yüzükle süslerdim o ince parmaklarını. Eğer benim olsaydı… Ama değildi. Olmayacaktı. Başımı kaldırıp beni izleyen adamın yüzüne baktım.
“Elbet bir gün tanışmak nasip olur. Üstelik sizin vârisiniz olduğu için sizinle olduğumuzdan daha fazla onunla çalışacağız. Bu yüzden önümüzde uzun bir zaman var.”
Sözlerimin tesirini yüzünde görebiliyordum. Keyifle ardıma yaslanıp ona odaklandım. “Aşiretinize ve isminize fazlasıyla yabancıyım, Rojda Ağa.”
Önce ince kaşları çatıldı. Ardından kara bir sürmeyle bezeli gözlerini yüzüme çevirdi. Büzülen dudaklarının arasından hırçın bir tavırla sözleri süzüldü.
“Bu topraklarda yaşamayan birine yabancı gelmem normaldir, Savaş Ağa!”
Bakışlarımız kenetlendiğinde öfkeli, küçük burnu ise inatçı bir şekilde havadaydı. Bir kadının hem can yakacak kadar güzel hem de şefkatle sarmalanmak istenecek kadar sevimli oluşuna ilk kez şahit oluyordum.
“Ben artık gideyim, dayı,” dedi bakışlarını benden ayırırken. “Yolum uzun, biliyorsun.” Ayağa kalktığında diğer ağalar gibi ben de doğruldum. Her birine baş selamıyla veda edip, en son bana baktığında elimi konağın büyük kapısına doğru uzattım.
“Sizi yolcu etmek isterim, Rojda Ağa.”
Sözlerimin karşılığında şaşırsa da cevap vermedi. Barzan Ağa’ya sarılırken, yine gizli bir şekilde fısıldayıp uzaklaştı. Bana bakmadan kapıya doğru yürüdüğünde ağalara hitaben, “Misafirimi yolcu edip geliyorum!” dedim. Onun önümden salınarak yürüyüşünü daha çok izleyebilmek için yavaş adımlarla ardından ilerledim. İnce beline tezat dolgun kıvrımlarıyla güzeldi. Şimdiye dek hayatıma giren hiçbir kadına benzemiyordu. Benzemesi de imkânsızdı. Gece karası saçları iri dalgalar hâlinde sırtından süzülürken fularının boynundan düşmek üzere olduğunu fark ettim. Söyleyeceğim anda ardına, bana döndü. Saçları bir rüzgâr misali yüzümden geçerken kokusu burnuma doldu. Bir çiçek kokusu sardı etrafımı. Ama narin bir gül değildi. Yaban çiçeği olmalıydı onun kokusu. Ona yakışacak kadar asil ve hırçın bir çiçek… Aklımda yer eden bu düşüncelerle öfkelendim. Başkasına ait bir kadına bu şekilde bakabilmek ve ilgi duyabilmek benim için olmaması gereken hislerdi.
“Misafirperverliğiniz için memnun olduğumu söyleyemeyeceğim, Savaş Ağa!”
Dudaklarımın kıvrılmasına engel olamadım. Başımı eğip, sağ elimi saçımın arasından geçirirken tekrar yüzüne baktım.
“Kadınlar genelde aksini söylerler ama…”
Yanaklarını saran kızıllığı gördüğüm anda gülümsememi yitirdim. Güçlükle yutkunup gözlerine baktım. Bu kızıllığın, utancının nedeni olduğumu bilmek içimdeki duyguların katlanmasına vesile oluyordu. Onda yarattığım izleri görmek kalbimi sıkıştırdı. Ellerimi yanaklarına uzatıp tenine bir kez olsun dokunmamak için ceplerime yerleştirdim. Kendime engel olmalıydım.
“Siz hep böyle aklınıza geleni fütursuzca söyler misiniz?” Küçük ellerini göğsünde kenetleyip yine küçük burnunu havaya dikti.
Cevap vermek için aralanan dudaklarımı, arabadan gelen korna sesi engelledi. Başımı çevirip, “Kim bu densiz?” dediğimde yürüyeceğim anda kolumu saran ellerle duraksadım. Önce beni durduran ellere, ardından o ellerin sahibi güzel yüze baktım şaşkınca.
“Durun lütfen! Herkesi buraya toplayacaksınız! O benim halam, kimse burada olduğunu bilmemeli!”
Kaşlarımı çattım. Minik elleri hâlâ sıkıca gömleğimin ince kumaşını sarıyor ve sıcaklığı tüm bedenime yayılıyordu.
“Neden?”
“Bu çok uzun bir konu,” dedi bakışlarını yüzümden kaçırırken. “Sadece… Sizden bunu kimseye söylememenizi istesem…” Başını kaldırıp kara incilerini gözlerime kenetledi. “Yapar mısınız?”
Etrafımızdaki adamlara baktım. Hepsi başı eğik, dört bir yana dağılmış bekliyorlardı. Araba ise biraz ileride çalışır vaziyetteydi. Siyah filmle kaplanan camlar, arabanın içindekileri görmeme engel olduğu için daha da çatıldı kaşlarım. Bilmediğim bu arabaya onu nasıl gönderebilirdim? Kolumu saran minik ellerini tek elimle sardım. Başını çevirip, telaşla etrafına baktığını gördüğümde daha sıkı sardım.
“Tamam ama bir şartım var!” dediğimde yüzüme baktı.
“Ne?” Gözleri kısılmıştı ve bu onu daha da etkileyici gösteriyordu. O benim en büyük düşmanımın ve oğlunun en kıymetlisiydi. Değerli bir mücevherdi. Avucumdaki soğuyan ellerin üzerinde gezdirdim parmaklarımı.
***
Rojda…
Arabaya telaşla bindiğimde halamın bakışlarından kaçınmak için cama çevirdim bakışlarımı. Araba ben bindiğim anda hareket ettiği için onun ardımda kalmış olması içimi rahatlatıyordu. O mavi gözlerin üzerimde oluşu, yüzüme o kadar dikkatle bakması nefes almamı güçleştirmişti. Nedenini bilmesem de hissettiğim bu karmaşa beni rahatsız etmişti. Halamın meraklı bakışlarını hissettiğimde, “O yoktu hala,” dedim. Yüreğime çöreklenen o sıkıntı tekrar baş göstermişti. O kadar mutsuzdum ki… Sevdiğim adama ulaşamıyor, onu göremiyor, dokunamıyordum. Yüreğimdeki yük her geçen gün ağırlaşıyor, nefes almamı güçleştiriyordu. Sesini işittiğimde gözlerimi sıkıntıyla kapadım. Halamın yine o umut vadeden sözlerini işitmek istemiyordum. Dolan gözlerimi gizlemek için bakışlarımı cama çevirdim tekrar.
“Fuların nerede, Rojda?”
Duyduğum sözlerle ellerimi boynumda gezdirdim. Narin kumaşın yokluğunu fark ettiğimde, yine de başımı eğip emin olmak istedim. Ama yoktu. En sevdiğim ipek fularımı yitirmiştim işte. Bugün yaşadıklarımın ağırlığıyla titremeye başlayan dudaklarımı birbirine kenetledim.