Babamdan bana kalanlardan biri de şu an bulunduğum oteldi. İlk açılan ve bu yüzden hepsinden daha da önemli olan fazlasıyla gösterişli bir yapıydı. İçeri adım atar atmaz beni karşılayan ve ismimi dudaklarında defalarca telaffuz eden insanlar karşıma dizildi. İlk kez gördüğüm suretlerin beni tanıyor olması şaşırtsa da belli etmemeye çalıştım. Bir telefona çağrılan otel müdürü, telaşla ters iliklediği gömleğiyle önüme geldiğinde, kısa bir selamlaşmanın ardından ona burada olduğumu kimsenin bilmesini istemediğimi net bir şekilde söyledim. Bir zamanlar Sancar Ağa’nın kendisi için hazırlattığı özel katta kalabileceğim söylendiğinde usulca önümdeki adamın ardında ilerledim. Geçtiğim yerleri, adım seslerimin yankı bulduğu koridorları dikkatle izledim. Tek bir nokta dikkat çekiciydi. Zümrüt yeşili… Duvarların her biri bu renk ve özel bir dokudan olduğu ilk bakışta anlaşılan kâğıtlarla bezenmişti. Zelal Kahraman’ın, bana can veren, hayat veren kadının gözleri gibi… Ellerimi usulca pürüzlü olan duvarlarda gezdirirken yanımda yürüyen adamın sözlerini dinlemiyordum bile.
Başarmıştı. Bizi hayatından çıkardığı senelerde gücüne güç, servetine servet katmıştı. Bu topraklarda varlığını daha da büyütmüştü. Peki, ne için? Bunca para ve güç ne içindi? Başından tek bir seferde attığı ailesi bile yokken yanında, neden bu kadar çaba sarf etmişti? Kimin için? Ne için? Neden yok olmayı yahut aynı şekilde hayatına devam etmeyi denememişti? Benim için olmadığını biliyordum. Avuçlarıma bıraktığı onlarca mal varlığı ve paranın şu an başka bir kadından olacak, kendi kanını taşıyacak bir vârisinde olmasını istediğini biliyordum. Üstelik son konuşmamızda bu sözlerimi inkâr etmeyerek bunu kanıtlamıştı. İstemiyordum. Ondan bana kalacak hiçbir şeyi istemiyordum ki ben! Ondan sadece sevgi beklerken, o beni paçalarına sürünen bir leke gibi, canını yakan bir iris gibi söküp atmıştı. Sonra, yıllar sonra artık ona ihtiyacım kalmadığı anda beni buraya, bu topraklara mahkûm kılarak çekip gitmişti öteki tarafa. Yine bana sormamıştı. Ne istediğimi, ne beklediğimi… Ona kızgın olan yanım canımı yakıyordu. Geldiğimiz bu duruma neden olduğu için ona kızmadan duramıyordum. Eğer doğruysa… Annem, sahiden günahkâr ise benim ve kardeşimin, bizim suçumuz neydi? Bizim günahımız neydi bu hikâyede? Yüreğimin ortasındaki her gün daha çok kanayan bu yaranın, beni bitmeyecek bir gecenin karanlığına sürükleyen bu gölgenin sahibi kimdi? Geçtiğim koridordaki duvar kâğıdının üzerinde elimi gezdirirken dudaklarımdan dökülen kelimelere engel olamadım.
“Neden bu renk?”
Otel müdürü Aziz Bey, duraksadı. Sözlerime anlam vermeye çalışırken dokunduğum duvarda gezdirdiği bakışlarıyla sorumun kaynağını buldu. “Babanız Sancar Bey’in çok önemli bir isteğidir. Özel tasarlandı bu duvar kâğıtları. Çok uzun bir zaman önce İtalya’dan getirtildi. Diğer tüm otellerde de sadece bu renk hâkimdir.”
Acıyla gülümsedim. Gözünü kırpmadan öldürdüğü, ardından ıssız bir tepede kuytu bir çukura gömdüğü karısından bir izi neden istemişti? Çok sevdiği için miydi? Ya da pişman olduğu için miydi? Başımı salladım. Asla pişman olmazdı. Aldatılmışlık hissiyle sarmalanan bedeni özlemin bir parçasını taşıyor olamazdı. Belki de başarısını kanıtlamıştı böylece kendisine. Ancak bilmediği ya da çok geç farkına vardığı bir gerçek vardı. O sadece bir bedeni hapsetmişti o tepeye. Kalbini değil… Zira bir zamanlar anneme dair duyduğu sevginin boyutsuzluğunu bilmeyen yoktu bu topraklarda.
“Sancar Bey, her akşam mutlaka buraya uğrardı. Kaldığı pek olmamıştır. Ama uzun zamanlar vakit geçirdiğini biliyorum. Biz her gün temizliğini özenle gerçekleştiriyoruz.”
Uzatılan kartı kavrayıp kapıya baktım. Neden buraya geliyordu ki? Üstelik her akşam! “Teşekkürler Aziz Bey.”
“Bir şeye ihtiyacınız olursa…”
“Sessizlik dışında şu an ihtiyaç duyacağım bir şey yok. Olursa haber veririm. İyi geceler,” dediğimde adam telaşla yanıt verip asansöre yöneldi. Yatağından kalktığı için bana kızgın olduğunu biliyordum. Sabaha saatler kalmıştı. Odayı kartla açıp içeri girdim. Odaya adımımı attığımda, karanlık aydınlığa kavuşurken gözlerim kamaştı. Sade ama oldukça gösterişli döşenmiş bir salon ve Amerikan tipi küçük mutfakla bir evden farksızdı. Ayrıntıları umursamadan az ileride açık olan kapıya yöneldim. Yatak odası olduğunu tahmin ettiğim yere girdiğimde tahminlerimde yanılmadım. Yatak, oldukça büyük bir odanın ortasına yerleştirilmişti. Etrafı tüllerle kaplıydı. Tıpkı annemin yatağı gibiydi. Elimdeki ceketi yatağın üzerine atıp oturdum. Ayakkabılarımı çıkarırken soğuk bir duşa ihtiyacım vardı. Üzerimdeki gömleği çıkarıp, kenara koyacakken gördüğüm şeyle donduğumu hissettim. Duvarın oldukça büyük bir kısmına asılan siyah beyaz bir fotoğraftı. Siyah saçları yüzünün etrafına dağılmış, başını kaldırıp gökyüzüne bakıyor ve gülümsüyordu. Gözleri ışıltılarla bezeliydi. Yerimde doğrulup sarsak adımlarla yürüdüm. Yaklaştığımda elimi uzatıp dokundum. Sanki hissedebilecekmiş gibi… Parmak uçlarıma değen kâğıt parçası onun sıcaklığını verebilecekmiş gibi…

“Anne…” Yıllar sonra gördüğüm yüzünde bakışlarım gezindi. O zamanki hâliydi. Ölmeden önceki zamanlarına yakın bir tarihte çekilmiş olmalıydı. Bakışlarımı gezdirdiğimde şiş karnını gördüm. Üzerinde ellerinde tuttuğu küçük battaniye vardı. Nefesim kesildi. Ellerimi battaniyenin üzerinde gezdirirken, tepeden tırnağa sarsılırcasına titredim. Dudaklarımdan firar eden heyecanlı bir nidanın savruluşunu fark edemedim bile. İşte buradaydı. Kardeşimi bulmam için en büyük işaret buradaydı. Ellerimin altında, parmaklarımın ucundaydı. Son harfi eksik kalan, elleriyle işlediği isme dokundum.
“Per…”
“Anne!” Sanki beni duyabilecekmiş gibi ona seslendim. “Onu bana sen getireceksin! Sen!” Bakışlarımı yüzünde gezdirirken onun gülümseyişini izledim buruk bir hâlde.
Rojda…
Yüzüme vuran güneş ışığıyla gözlerimi aralarken, ayakucumda oturan halamı gördüğümde korkuyla sıçradım. Öfkeli bakışlarını gördüğümde endişeyle yerimde doğruldum. Üzerimdeki ince örtüyü avuçlarımda sıkarken gülümsemeye çalıştım.
“Günaydın halacığım,” dediğimde halamın öfkeyle doğrulduğunu gördüm.
“Savaş Kahraman’ın arabasında ne işin vardı, Rojda?”
Savaş…
Konaktan içeri adımımı attığımda ellerimde tuttuğum fotoğrafın varlığı yüreğimi ısıtıyordu. Bakışlarımı eğip, bir kez daha güzel yüzde gezdirirken gülümsememe engel olamadım. Ta ki o sesi ve sözleri işitene dek…
“Yüzünü böyle güldüren nedir, Savaş Ağa? Üstelik gün yeni doğmuşken…”
Başımı kaldırıp bir üst katta duran adama baktım. Yüzümdeki tebessümü silmedim. “Harika bir gecenin sabahına uyandım, Barzan Ağa. Üstelik büyük bir hediye aldım.”
“Hediye? Elindeki bu büyük şey mi yoksa?” dediğinde başımı salladım.
“Bir fotoğraf…” dedim bir kez daha annemin yüzüne bakarken.
“Görmek isterim.”
Başımı kaldırmadan fotoğrafı çevirdim. Yüzüne bakarken sesim avluda yankı buldu. “Tanıdınız mı Barzan Ağa? Annem!” dedim yüzüne bakarken.
Sözlerim son bulurken avluda bir kırılma sesi yankılandı. Başımı çevirdiğimde ayaklarının uçlarında cam kırıklarıyla ellerimdeki fotoğrafa bakan Bevar’ı gördüm.
Gözlerimiz kenetlendiğinde yıllar öncesine sürüklendim. Konağın ön kısmında, çiçek kokularıyla bezeli bahçede onun dizlerine başımı yaslamıştım. Işıl ışıl bakan zümrüt gözleriyle bana bakıyordu. Yüzümü okşayan parmaklarından yüzüğünün soğukluğu tenime değiyordu. Siyah, uzun saçları değdiği tenimi gıdıklarken kahkahalarım savruluyordu.
Ansızın onu kaybettiğim günden biraz daha öncesinde buldum kendimi. Avlunun ortasında annemin perişan hâlde çöktüğü, babamın ona bir düşman gibi tüm nefretini kustuğu andı. Sözler anlamsız ve fluydu benim için. Pek çoğunu hatırlamıyordum. Ama babamın nefret dolu bakışları çok netti zihnimde.
“Annemi bırak! Baba, yapma!” Bacaklarına sarıldığımda, beni itip, yere savurduğu anı anımsadığımda dolan gözlerimi kırpıştırdım. Annem güzel gözleri yaşlarla bana bakıyordu.
Titreyerek kendime geldiğimde Barzan Ağa’nın işaretiyle Bevar kayboldu.