“O fotoğrafı sürekli yanımızda taşımayacağız, değil mi?”
Gözlerimi aralayıp karşımda duran çerçeveye baktım. Onu bulalı bir haftayı geçmişti. O andan beri gittiğim her yerde yanımdaydı. Beni kardeşime bağlayan ve anneme duyduğum hasrete bir nebze olsun şifa bulan bu siyah beyaz fotoğraf, dünyadaki her şeyden mühimdi benim için. Başkalarının bu durumu anlamasını beklemiyordum. O yüzden buruk bir şekilde gülümsedim.
“Şimdilik bizimle olacak. Konaktaki tadilat bitip asıl yerine ulaşana kadar.”
Konak, ne kadar istesem de yıkılamamıştı. Tarihî yapı sayıldığı için ödemeye razı olduğum ceza miktarına rağmen izin alınamamıştı. Ben de bu yüzden mimarisini değiştirmeye karar verdim. Beş yaşına dek kaldığım odadaki kar kürelerim, annemin kişisel eşyaları dışında her şey konaktan çıkarılıp ihtiyacı olanlara dağıtıldı. Tek bir oda dışında her yer değişmeye başladı. Sadece o oda, kardeşimin doğduğu, annemin son nefesini verdiği odaya dokunulmasına izin verememiştim. Henüz içine girememiş, o odanın kapısına dahi dokunamamış olsam da benim için kâbuslarla dolu o yerin yok olmasını istememiştim. Mimardan gelen bilgiye göre üç dört gün içinde kaba tadilat bitmiş olacaktı. Kalan zamanda sadece iç dekorasyon yapılacaktı. Rojda’yı kısa bir süre olsa da bana getirecek, geceleri yanımda olmasını sağlayacak ve o gittiğinde etrafa savurduğu izleriyle avunabileceğim günler gelecekti.
Telefonumu çıkarıp dün gönderdiği mesaja dokundum. Kaçıncı kez olduğunu hatırlamadan bir kez daha okudum.
“Genco bu hafta gelecek. Onunla konuşmadan gelemem.”
O adamın adını duymak dahi tüylerimi diken diken etmeye yetiyordu. Üstelik onun adını yazan o ince parmakları ve telaffuz eden o gül dudakları yakıp kül etme hissi içimde büyüyordu. Bir kadının, bir adama bu kadar bağlı olduğunu görmek canımı yakıyordu. Aramak için defalarca aynı noktaya varan parmaklarımı durdurdum. Yapmamalıydım. Yapamazdım. O bana gelene dek ben ona bir adım atamazdım. Ama bu oyuna hile karıştırmayacağım anlamına gelmiyordu. İstanbul’a dönüşümün nedeni bu yüzdendi. Genco Uluhan’ın yarın gece gerçekleşecek defilesine katılmak için… Onu görmek ve nihayet tanışmak içindi. Bu oyunu kazanabilmek için kuralına göre oynamalı, önce rakibimi tanımalıydım.
Halam, fotoğrafı gördüğünde ağlayarak bana sarılmıştı. Annemi sadece fotoğraflardan görmüş, telefonla pek çok kez konuşsalar da hiç yan yana gelememişlerdi. Ama onu çok sevmişti. Bunu da birçok kez bana dillendirmişti. O günün akşamı ani bir kararla Oflaz ile birlikte İzmir’e dönmek istediğini söylemişti. Onların daha fazla peşimde yorulmamaları için çaresizce kabul ettim. Yola çıkmalarından kısa bir süre sonra gelen haberle birilerinin uslu durmadığını, etrafımdaki toprağı kazıp beni çukura çekmeye çalıştıklarını fark ettim. Hividar, Urfa’nın çıkışında boş bir arazide ölü bulunmuştu. Alnından tek bir kurşunla can vermişti. Bu bir infazdı. Benim için bırakılan bir işaretti. Kadının bana gelmek için yolda olduğunu öğrendiğimde hissettiğim öfkeyle haykırdım. Bunu kimin yaptığını bulmak için Ayaz’ı gönderdim. Yanımda güvenilir bir adam olmadığı için Bevar’ı yanıma almam gerektiğini bahane ederek, konaktaki ve otellerdeki işleri toparlayıp yola çıktım. İstanbul’a geliyor olmamız Bevar’ın itirazlarını azaltmış olsa da yanımda olmaktan memnun olmadığını biliyordum.
“Alkol sorununuz olduğunu bilmiyordum, Savaş Ağa!”
Dudaklarıma yaklaştırdığım kadehi uzaklaştırırken yutkundum. Alaycı bir gülümsemeyle başımı koltuğa yaslayıp sakalların kapladığı yüzüne baktım. “O nereden çıktı, Bevar?”
Elindeki dergiyi karıştırmaya devam ederken homurdandı. “Elindeki su ya da meyve suyuna pek benzemiyor!”
Sözleriyle elimdeki bardağı bırakıp ona döndüm. “Senin de modayla ilgili olduğunu düşünmemiştim!”
Şaşkın bir ifadeyle yüzüme baktı. “Ben mi?”
Hiçbir şey demeden, işaret ettiğimde ateşe dokunmuş gibi elindeki dergiyi önündeki sehpaya fırlattı. “Farkında bile değildim. Hem o bez parçaları Lale’nin ilgi alanıdır.”
“Lale?” dedim kaşlarımı çatarken.
Sözlerinin yeni farkına varmış gibi irkildi. Yerinde dikleşirken giydiği siyah salaş tişörtünü çekiştirdi. “Lalezar Ağam… Barzan Ağamın yeğeni olur kendisi.”
Onun bu değişen hâli şüphelenmeme neden oldu. Lalezar’ı yemek masasında pek çok kez görmüş olsam da çok da dikkat etmemiştim. Tepkisini ölçmek için, “Güzel kız,” dediğimde dişlerini sıkarak bana döndü.
“Size göre oldukça küçük!” dedi kaşlarını çatarken. Yeşil gözlerinde bana tanıdık gelen karartıları gördüğümde sözleri gülümsememe neden oldu. “Neredeyse çocuğunuz olacak yaşta!”
“Henüz otuz yaşındayım, Bevar. Lalezar, çocuğum olamayacak kadar büyük. Sahi kaç yaşındaydı?”
“Sizi ilgilendirdiğini düşünmüyorum, Savaş Ağa!” Yumruklarını sıktığını gördüğümde gülümseyişimi sağ elimin ardına gizledim.
“Haklısın,” dedim gözlerimi kapatıp arkama yaslanırken. “En iyisi kendisine sormalıyım.”
“O sizin etrafınızda olan kadınlara benzemez! Hiç kimseye benzemez…” dediğinde sesindeki tınıyla gözlerimi araladım. Benden çok kendisiyle konuşur gibiydi. Daha fazla üstüne gitmemek için sustum. Lalezar Uluhan, bu genç adam için önemliydi. O an aklıma gelen kadınla derin bir nefes aldım. Rojda Kurt, günlerdir olduğu yerde, zihnimin ortasında varlığını bir kez daha belli etmişti. Üstelik bende uyandırdığı duygulardan haberi dahi yoktu.
“Kanlıca’daki yalıya geçeceğiz,” dedim başımı çevirmeden.
Başını salladı. Ancak beni şaşırtan kabullenişi uzun sürmedi. “Genco Ağamın yanına gitmeliyim. Geldiğimi duyar ve beni göremezse çok kızar.”
“Onunla yakınsınız, değil mi?” dedim başımı çevirip yüzüne baktım. Hostesin kur dolu tavırlarını görmezden gelip başını salladı.
“Kendimi bildiğimden beri her daim yanımda o vardı. Biz kardeş gibi büyüdük.”
Duyduğum sözlerle yüreğim sızladı. Benim en zayıf noktam, en büyük yaramdı. Canımın parçası, kalbimin yarısı…
“Kusura bakma…” dediğinde benim durgunluğumu fark ettiğini ona baktığımda fark ettim.
“Önemli değil,” derken buruk bir ifadeyle gülümsedim. “Bir kardeşe sahip olmanın ne kadar önemli olduğunu en iyi ben bilirim.”
“O yüzden mi kardeşini öldürmek için arıyorsun?” Sözlerinin istemsiz olduğunu telaşından anladım. Toparlamaya çalıştı kısa bir an sonra. “Haddim değildi. Benim dilimin pek ayarı yoktur.”
“Dobra insanları severim. Kin tutamazlar.” Sehpada bekleyen viski dolu bardağı tek yudumda içtim. “Sen olsan ne yapardın? Benim yerimde olsaydın?”
Sustu. Ne diyeceğini ölçmeye çalışırken yüzüme bakıyordu. “Senin gibi bir adam olamam,” dedi hoşnutsuz bir tavırla. “Senin sahip oldukların…” derken bakışları üstümdeki kıyafetleri ve içinde olduğumuz uçağımda gezindi. “Ben bunlara hiçbir zaman sahip olmadım. Olmak da istemem. Hem bu soruyu benim gibi kimsesi olmayan bir adama sorman saçma. Ben ana, baba bilmeden büyüdüm.” Umursamaz olsa da hislerinin daha derin olduğunu gördüm. “Ailenin ne demek olduğunu bilmem.” Ardından sustu. Daha fazla konuşmak istemediğini anladığımda ben de ona uydum. Sessizliğin ortasında annemin fotoğrafına bakarken aslında şanslı olduğumu ilk defa o an hissettim. Ben yalnız değildim. Henüz bulamasam da yanımda olmasa da bir kardeşim vardı benim. Bu hayata beni bağlayan, bu dünyaya kök salmamı sağlayan bir can parçam vardı. Ve inanıyordum ki bir gün yanımda olacaktı.
***
İstanbul’a indiğimizde, Bevar’ın gitmesine müsaade edip yalıya gitmek için beni bekleyen araca bindim. Adamlarım etrafımı sararken düşünceli bir hâlde boğazı izledim. Geçtiğimiz yollar, kalabalık caddeler rahatsız hissetmeme neden oluyordu. İstanbul, güzel şehirdi. Ama ben İzmir’in sıcak topraklarına ve sakin ruhuna alışmıştım. O yüzden kalabalık şehirleri sevmiyordum. O yüzden yurt dışındaki seyahatlerimi de kısa tutup İzmir’e dönmek için acele ederdim.
Kanlıca’daki yalıya ilk kez geliyordum. Babamın olan bu eve daha önceki gelişlerimde yaklaşmak dahi istememiştim. Açılan kapıdan çıkıp, bahçeye ayak bastığımda evin çalışanları olduğunu düşündüğüm orta yaşlı bir çift karşıladı beni. Arkalarında da iki genç kız vardı.
“Hoş geldin, Savaş Beyim. Sizi gördüm ya ölsem de gam yemem!” Yaşlı adamın elimi öpmek için eğildiğini gördüğümde durdurdum.
“Hoş buldum,” dedim mesafeli bir ifadeyle.
“Ben Hasan, bu da eşim Gülseren,” dedi yanındaki kadını gösterip. “Bu kızcağızlar da Rüya ve Derya.”
“Kızlarınız mı?” diye sorarken biri başını eğmiş, diğeri gözlerimin içine cesurca bakıyordu.
“Yok Beyim, kimsesizler yurdundan geldiler. Artık yaşlandığımız için hanım ve ben yetişemiyorduk işlere.”
“Peki, Hasan Bey.” Hitabıma şaşırmıştı. Büyüyen kara gözleriyle yüzüme bakıyordu. “Düzeninizi değiştirmenize gerek yok. Çok uzun kalmayacağım. Gelişlerim de pek sık olmayacaktır.”
“Nasıl isterseniz Beyim. Burası sizin de eviniz…”
Sözlerinin ardından başımı kaldırıp antika parçalarıyla bezeli evin içini inceledim. Sancar Ağa ve tarih tutkusu burada da kendisini hissettiriyordu. Ama beğenmiştim. “Misafirim geldi mi?” dedim üst camlara bakarken.
“Evet, Beyim. Bade Hanım’a misafir odasını hazırladık. Dinleniyordu.”
“Güzel. Ben de akşam yemeğine kadar dinleneceğim.” Yukarıya çıkan merdivenlere yönelirken, ardımda kalanlara dönüp bakmadım. Ahşap merdivenleri çıkıp bir fısıltının geldiği odaya yaklaştım.
“İstanbul’dayım, teyze. Evet. Gelebileceğimi sanmıyorum. Evet, bir iş toplantısı için geldim.”
Daha fazla beklemeye gerek görmeden kapıyı açtım. Odada gezinen bakışlarım, onu aynanın karşısında buldu. Elindeki telefonla öylece donmuş, beni izliyordu. Üzerinde gri tonlarında şort bir tulum vardı.
“Ben seni arayacağım, teyze,” deyip telefonu kapattığında ben de kapıyı örttüm. Ona döndüğümde, bana doğru hızlı adımlarla gelip kucağıma atladı. Dudaklarıma kapandığında bir süre şaşkınlıktan karşılık veremedim.

“Savaş! Çok özledim seni!”
Yatağa doğru beni çekiştirirken parmaklarıma dolanan siyah saçlar bana onu hatırlattı. Rojda’yı… Başımı geri çektiğimde bu kez gördüğüm yüzle ellerim hissizleşti. Kalbim sıkışırken nefes alamadım. Buradaydı. Yanımda, kollarımın arasındaydı. Teninin sıcaklığı avuçlarımda, kokusu burnumdaydı. Bana bakıyor, bana dokunuyor, beni istiyordu. Gülümsedim. Hissettiğim duyguların yoğunluğuyla yüzünü sardım.
“Savaş!”
O an büyü bozuldu. Rojda yok oldu. Avuçlarımdaki yüz ona ait değildi. Gözlerime bakan o gözler, gece karası değildi. Kokusu yaban çiçeğinden çok uzaktı. Sıcaklığı tenimi yakacak kadar güçlü değildi. Kollarımdaki kadın o değildi. O an tepeden tırnağa sarsıldığımı hissettim. Yapamazdım. Dokunamazdım. Ellerimi çekip geriye doğru adım attım. Rojda’nın benliğime sızan varlığının gücünü o an fark ettim. Basit değildi. Gelip geçici bir heves olamayacak kadar büyüktü benliğimdeki etkisi. Gözlerime aşkla bakan kara bakışların hissettirdikleri, gülümseyişi, adımı fısıldayışı… İstediğim oydu. İstediğim Rojda’ydı…
Gün geceye savrulurken akşam yemeği sessizlik içinde geçti. Bade, tek kelime etmeden tabağındaki yemekle oynamıştı. Bevar ise Genco’nun yanından oldukça geç bir saatte gelmişti. Ben, boğazın kıyısında olan arka bahçedeki koltukta öylece oturmuş, gecenin sessizliğini dinliyordum. İçimde o denli büyük sesler vardı ki anlamlandıramıyordum ve bu beni öfkelendiriyordu. Şimdiye kadar her zaman istediğini elde eden bir adam olan ben, kendimi tanıyamıyordum. Elimde çevirdiğim telefona dayanamayarak, onun ismini yazıp farkına varmadan aradım. Sesini duyduğumda telefonu kapamak üzereydim.
“Savaş Ağa, bir sorun mu var?”
İçki bedenimi gevşetmek için yeterli olsa da kendimi toparlamama yaramamıştı. Başımı yaslayıp bakışlarımı gökyüzüne çevirdim. “Çoban Yıldızı’nın hikâyesini biliyor musun Rojda?”
“Bunun için mi aradınız beni? Siz saatin farkında mısınız?”
“Saat mi? Kaç ki?” dedim gülerken.
“Sarhoş musunuz? Uluhan konağında içkiyi nasıl buldunuz? Dayım nefret eder.”
“Şu an kaşlarını çatıyorsun, değil mi? Küçük burnun da kırışmış olmalı.” Bir yudum daha alıp devam ettim. “Ben İstanbul’dayım…”
Derin bir nefes alıp sustu. Uzun sayılabilecek bir süre sonra meraklı sesini duydum. “Neden?”
“Yarın gece çok önemli bir davete katılmam gerekiyor.” Ardından parlayan yıldıza bakıp gülümsedim. “Çoban Yıldızı’nı diyordum? Hikâyesini biliyor musun?”
“Hayır.”
“Bilmediğin bir şeyi keşfetmek güzel,” dedim alayla gülümserken. “Dinle o zaman. Zamanın birinde, dünyanın bir yerinde çok yakışıklı bir çoban varmış. Bir gün bu çoban koyunlarını otlatmak için dağa çıkmış. Türküler söyleyip kaval çalarmış. Zaman akmış, gitmiş. Akşam olmuş. Yıldızlar görünmeye başlamış. Yıldızlardan biri o akşam çobanı görmüş. Çoban ise fark edememiş. Ertesi akşam, çoban tepeye çıktığında bu kez yıldız gökyüzünde onu bekliyormuş. Bir, iki, üç akşam derken yıldız her akşam çobanı izler olmuş. Ama artık beklemeye takati de kalmamış. Görsün istemiş kendisini. Yeryüzüne inmiş, bir peri kızına dönüşmüş. Çoban görür görmez âşık olmuş peri kızına. Her gece o tepede, o dağın altında buluşmaya başlamışlar. Bir gün yine birlikte otururken çoban sevdasını dile getirmiş. Tam o anda gök yarılmış ikiye. Yıldızın babası Zeus, gökyüzünden kızına ve onu kendine âşık eden insanoğluna bakmış.
‘Bu insanoğlunun sözleri yalan! Seni sevmez. Bir başka kadına sevdalı.’
Yıldız, babasının sözlerine inanmış. Dinlememiş çobanı.
‘Yalan söyledin!’ demiş çobana. ‘Ben sana sevdalıyken, senden başkasını görmezken sen beni kandırdın!’ demiş gökyüzündeki Zeus’a yalvarıp diz çökerken. ‘Baba! Her gece ölmeye mahkûm bir yıldız kıl beni. Her gece görebileceği ama asla ulaşamayacağı kadar uzakta olayım. Gün doğduğundaysa öleyim ve o benim ölümümün şahidi olsun.’
Zeus, kızının isteğini kabul etmiş. Kızını gökyüzüne mahkûm etmiş. Dediği gibi her gece doğup, güneş her doğduğunda ölmüş. Çoban ise o geceden sonra o tepeden hiç ayrılamamış. Orada son nefesini vermiş. O tepeye Çoban tepesi, o yıldıza da Çoban Yıldızı denmiş o günden sonra. Ve her gece oraya giden âşıklar, Çoban Yıldızı’nın aydınlattığı o gecede uzaklardan gelen çobanın türkü sesiyle aşkları için yemin etmişler.”
Masalımın ardından aldığım koca bir sessizlik oldu. “Rojda?” dedim ekranı uzaklaştırıp baktım. Kapanmamıştı. “Orada mısın?”
“Çoban sahiden aldatmış mı yıldızı?”
Sorusuna ve burnunu çekişine gülümsedim. “Bunu mu merak ettin yani?”
“Evet, ona göre çobana kızacağım ya da üzüleceğim.”
“Aldatmamış,” dedim gözlerimi Çoban Yıldızı’na dikip. “Yıldız eğer çobanı dinleseymiş çoban söyleyecekmiş.”
“Aptal yıldız!”
Ufak bir kahkaha atarken, “Şişt! Seni duyuyor şu anda,” dedim.
“Kim? Kim duyuyor?” dedi şaşkınlıkla.
“Çoban Yıldızı. Tam tepemde bizi izliyor.”
Derin bir nefes aldığını duyduğumda nefes alış sesini dinlemenin bile benim için eşsiz olduğunu hissettim. “Uyu hadi,” dedim onunla paylaştığım anın büyüsü etrafımı sararken. “İyi geceler Rojda.”
“İyi geceler Savaş Ağa,” dediğinde gülümsediğini hissedebiliyordum.