“Yağmur yağar taş üstüne
Bir yar sevdim baş üstüne
Sensiz gün doğsa gölgem yok.”
Radyodan duyulan şarkının sözleriyle başımı ardıma yasladım. Kollarımı göğsümde kenetleyip derin bir iç çektim. Bevar’ın bana bakıp, kanalı çevirmek için elini uzattığını gördüğümde koluna dokundum. Durdu. Başımı cama yaslarken kalbimdeki acıyı, gözlerime dolacak yaşları gizledim.
“Yağmur yağar gül üstüne
Evvel benim gel üstüme
Ahirim varmış fikrim yok.”
Güneş ışıkları göğü kızıllığa bularken durduğumuz çiftliğe baktım. “Neden bunu yapıyorsun, Bevar?”
Cevap vermeden omzunu silkti. Arabadan indiğinde u şeklinde yapılmış bahçenin orta yerindeki eve baktım. Etrafında duvarlar yerine çitlerle çevrilmiş öylesine güzel bir yerdi ki… Bahçedeki adamlar olmasa sıradan birine ait olduğunu düşünebilirdim. Arabadan indiğimde adamlarım ardıma sıralandı. Bevar ise onları umursamadan, benim için küçük tahta kapıyı açarken dedem etrafındaki adamlarla soluk soluğa bana yaklaştı.
“Evine hoş geldin, torunum!”
Diğer eli bastonunu kavrarken boşta olan sol kolunu açmış, beni karşılayan adamın suretinde gezindi bakışlarım. Yüzünde küçük bir tebessüm vardı. Geldiğim için, burada olduğum için mutluydu. Yorgunluktan kasılan bedenimle karşısında duraksadım.
Neden buraya geldiğimi çözemiyordum. Bevar’ın beni sürüklemesine neden izin verdiğimi de… Adımımı attığım bu yer, kaçmaya çalıştıklarımın kaynağıydı! Bana hayat veren kadının, Zelal Kahraman’ın doğduğu, ilk nefesini soluduğu topraklardaydım. Onun hanesindeydim. Her ne kadar yanlış gelse de bir o kadar da olmam gereken yerdeymiş gibi hissediyordum. Sığınabileceğim tek yer burasıydı sanki. Düşmemi bekleyen düşmanlarım beni burada bulamazlardı. Zira burada olmamı kimse akıl edemezdi.
“Savaş!”
Adımı, sert ve kuvvetli seste işittiğimde, irkilerek kendime geldim. Ne kadar süredir düşüncelerle boğuştuğumu bilmeden o yüze tekrar baktım.
“İçeri gelmeyecek misin evlat?”
Sessizce başımı salladım. Kabul edişimle birlikte yüzünde beliren rahatlama, beni pişmanlığa sürükledi. Gelmemeliydim. Burada olmamalıydım. Onun izlerini taşıyan bu yere hiç ayak basmamış olmalıydım. Ama artık çok geçti. Artık buradaydım. Kaçışım yoktu. Yapamazdım. Bu noktaya geldikten sonra dönüp öylece gidemezdim. Bunu en çok da karşımda hasretle bana bakan yaşlı adama yapamazdım. Kaybettiği yılların asla telafisi olmayacaktı. Küçük torununa asla kavuşamayacaktı. Kaçırdığı doğum günleri, okul mezuniyetleri ve onlarcasını ona veremeyecektim. Ona kalan yıkık dökük bir adamdı. Dünü yaralı, geleceği belirsiz, ruhu çalınmış bir adam…
Ağrıyan başım şakaklarıma dek zonklarken belli etmemeye çalıştım. Çatık kaşlarımın ardına gizlerken doğan güneşin aydınlattığı geniş bahçeye ilk adımlarımı attım. Yeşilliklerle bezeli geniş bahçede, kudretli bir çınar ağacının altına kurulu masaya yönlendirildim. Üzeri kırmızı çizgilerle kaplanan iki uzun sedirle fazlasıyla sevimli ve hayat dolu görünüyordu. Topraklarımdaki evlerden o kadar farklıydı ki… Ege’de küçük bir sahil kasabasında hissettim kendimi. Doğduğum yerden çok uzakta… Taşlarla bezeli konağımın soğuk duvarlarına tezat ahşap kaplı üç katlı ev büyüleyici görünüyordu.
Zelal Kahraman’ın bu evde doğduğunu, ayak bastığım bu topraklarda büyüdüğünü bilmek soluğumu kesiyordu. Böylesine sıcak bir yerden, babamın sert iklimli topraklarına neden geldiğini çözemiyordum. Onları birbirine bağlayan bir aşk olmadığına adım kadar emindim. En azından Zelal Kahraman’ın babamı sevmediğini biliyordum.
Önüme bırakılan bardakla bakışlarımı karşımda duran yazmalı küçük kıza çevirdim. Annemi tanıyor muydu? Ona dair bir anısı var mıydı? Bu sorularla yüzüne odaklanırken Ejder Bey’in sesini işittim.
“Sağ olasın, çekilebilirsin Nazende.”
Kadın başını eğip, hızlı adımlarla uzaklaştığında tekrar aynı sesi işittim. “Onu tanıyan kimse yok burada.”
Yüzüne baktığımda sözlerini, ahşap evin ardında bir noktaya odakladı. “Kalbinin artık atmadığını öğrendiğim o gün… Onu tanıyan herkesi gönderdim buradan. Onu bana anımsatacak kimse kalmadı. İzlerini sildim.”
Sözlerinin ardından yanımda oturan Bevar, doğrulup sessiz adımlarla uzaklaştı. Bu konuşmayı duymak istemiyordu. Burada kalıp işittiklerini Barzan Uluhan’a anlatabilirdi. Ama yapmamıştı. Peki ama neden? Barzan Ağa’ya sunduğu bedelsiz sadakatin böylesine yok oluşu nedensiz olmamalıydı.
“Babanı sevmesem de onda saygı duyduğum bir şey vardı. Âşık olduğu kadını, bana rağmen çekip alacak kadar cesur bir adamdı.” Uzaklara dalan zümrüt gözlerini yüzüme çevirip buruk bir hâlde gülümsedi. “Ne kadar inkâr etsek de sen de onun oğlusun, Savaş. Onun kadar cesursun.”
İşittiğim sözlerle öfkeyle yerimde doğruldum. Nasıl bunu söyleyebilirdi? Burada, onun topraklarında onun adını nasıl anabilirdi? “Babamdan nefret ettiğini sanıyordum!” dedim kaşlarımı çatarken. Hitap ederken hâlâ dede diyemesem de o anlamıştı.
“Nefret de bir duygudur, oğlum. Ben ona karşı artık hiçbir şey hissedemeyecek kadar yorgunum.” Sözlerini bitirdiğini sağ avucunda sardığı çay dolu bardağı dudaklarına götürerek göstermiş oldu. Ardıma yaslanırken bakışlarımı yeşil bahçeye çevirdim.
“Ne Sancar Ağa kadar gözü karayım ne de Zelal Kahraman gibi duygularına esir olacak kadar zayıfım!”
“Onu suçluyorsun!” Bakışlarının üzerimde olduğunu hissetsem de başımı çevirmedim. Kimden bahsettiğini çok iyi bilsem de suskunluğu tercih ettim. “Sen de onlara inanıyorsun!”
“Sadece sözlere inanmış olsaydım yıllar sonra o konağa dönmezdim!” Dişlerimi sıkarken bakışlarımı yüzüne çevirdim. “Zira o konakta, o gün son nefesini verirken, burada oturup haber bekleyen ben değildim, Dede!”
“Savaş!”
“Eğer sen gerçekten ona inanmış olmasaydın o gün ne kızın ne de torunların bu zalimliği yaşamazlardı!” Konuşmaya başlayacağını hissettiğimde, elimi kaldırarak durdurdum. “O yüzden burada birbirimizi suçlamaya kalkmayalım. Zira sen zararlı çıkarsın.”
Gökyüzü sanki sözlerimin tesirini göstermek istercesine bulutlarla bezenmeye başladı. Silikleşen güneş ışıkları, o anki ruh hâlimizi yansıtır gibiydi.
“Kolay olacağını sanmıştım!” dediğinde gökyüzündeki bakışlarımı çevirmedim. “O gün babanla kaçarak evlendiği haberini aldığımda, onu evlatlıktan reddederken, her şeyin tek bir imzayla çözüleceğini düşünecek kadar aptaldım! Ne çok yanılmışım… Tüm mal varlığımdan ve yaşarsa geri alabileceği soyadımdan onu mahrum etsem de kokusunu silemedim, Savaş. Her bahar rüzgârında genzime dolan, ciğerimi yakan o kokuyu hiç unutamadım. Saçlarının ipeksiliğini de… Kalbinden koparcasına ‘baba’ deyişini de silemedim hafızamdan. Bir de gözlerini… Benden aldığı gözlerini, aynaya baktığım her an görüyorum bir ceza gibi…”
“Onu affedebildin mi peki?”
Sözlerimle bakışlarını yüzüme çevirdi. Buruk bir ifadeyle gülümsedi. O kadar küçüktü ki bu tebessüm dudakları aralandığı anda solup gitti.
“Bilmelisin ki bazen başkalarını affetmek yetmiyor. Bazen insanın kendisini affedebilmesi gerekiyor. Ben kızımı azat ettim, evlat. Günahıyla, sevabıyla o gün uğurladım bu diyardan. Geriye sadece ölene dek benimle yaşayacak azabı kaldı.” Elindeki bardağı bırakıp bana döndü. “Ya sen? Sen bir gün anneni ve babanı affedebilecek misin?”
“Asla! Mahşere dek affetmeyeceğim onları!” dedim nefretle.
“Ya masumsa annen?”
“Ya değilse?” dedim ellerimi saçlarımdan geçirirken. “Gerçekten yaptıysa! O adamla…” Sözleri tamamlamak o kadar zordu ki… Toparlamak, karşımdaki adamın gözlerine bakarak gerçek olabilecek ihtimalleri haykırmak o kadar zordu ki… Yapamadım. İkimiz de susmayı tercih ettiğimizde kısa bir süre sonra bana döndü.
“Gerçekleri çözmek için tek bir yol var, Savaş.”
“Biliyorum. Kardeşim… Onu bulduğumda herkes gerçeği öğrenecek!”
“Eğer söylenenler gerçekse, babanın kanını taşımıyorsa… O zaman torunumu bana getirmeni istiyorum, Savaş.”
Sözleriyle yerimden doğruldum. “Bunu benden nasıl istersin? Her ne olursa olsun o benim kardeşim! Babamın ya da o lanet herifin kanı ne fark eder? Biz aynı rahme düştük, aynı tende can bulduk…”
“Olacakları biliyorsun, Savaş! Annenin dünyaya getirdiği bebek, Emin denilen alçağın çocuğuysa o zaman onu koruyamazsın! Engel olurlar sana… Tehdit ederler, onunla canını yakmaya kalkarlar!”
“Şimdi yanmıyor mu sanıyorsun? Yıllardır nefes dahi alamıyorum ben. Ne yediğimin tadına varıyorum ne içtiğimin! Aklımda her daim o var. Nerede şimdi? Ne yapıyor? Ne yiyip ne içiyor? Bunları düşünmeden bir saniyem geçmiyor benim. İlk adımına eş olamadığım için, dizleri kanadığında merhem olamadığım için kavruluyor benliğim. Korkularına çare olamadığım için, ona hiç ağabeylik yapamadığım için tükeniyorum ben. Benim canım her an yanıyor. Şimdi bana diyorsun ki, onu bulduğunda tekrar hasret kal!”
“Onu sağ bırakmayacaklarını biliyorsun, evlat! Öz kardeşin olsa da olmasa da, bulduğun anda babanın yapamadığını zevkle yapacaklar. Ve sen engel olamayacaksın. Belki de olamadık.”
Sağ elimi kaldırıp dedemi sustururken, “Hayır!” dedim başımı sallayıp. “Yaşıyor. Belki benden çok uzakta, belki de dilini hiç bilmediğim bir ülkede… Ama yaşadığını biliyorum. O gün konaktan çıkarken nefes alıyordu. Hâlâ da alıyor. Ben bunu hissederek bunca zaman ayakta durdum.”
“Beyim?” Yanımızda beliren adamın sesiyle yüzümde gezdirdim ellerimi.
“Savaş Beyimin yanında gelen adam, Zelal Hanım’ın mezarının başında…”
Duyduğum sözlerle başımı çevirdim. Adamın gösterdiği yöne baktığımda Bevar’ın ufacık görünüşünü gördüm. Küçük bir tepenin üzerinde, büyük bir ağacın altında duruyordu. Annemin mezarının başında…
Ansızın gök gürültüsüyle etrafımız sarılırken “Bevar?” dedim şaşkınlıkla. Neden oradaydı?
***
“Toprak bile küsmüş, varlığını kabul edememiş sanki…” Bakışlarımı çoraklığında gezdirdiğim mezardan ayırmadım. Siyah mezar taşını göz ucuyla fark etsem de ismi okumamak için direniyordum çaresizce.
Bu ana şahit olan adamın kıpırdanmasını ve doğrularak bana dönmesini bekledim. “Onunla tanıştın demek…”
Bakışlarımı yüzüne çevirdiğimde yeşil gözleri yağmaya başlayan yağmur nedeniyle kısılmıştı. “Ben… Özür dilerim… Burada olduğunu bilmiyordum…”
Yüzümden süzülen yağmur damlalarını gereksiz bir çabayla silerken omzumu silktim. “Önemli değil. Onun burada olduğunu yakında pek çok kişi öğrenecek zaten. O zaman çokça ziyaretçisinin olacağına eminim.”
“Varlığından memnun değilsin,” dedi şüpheyle. “Toprağına dokunmadın bile…” Başımı ona çevirdiğimde yanı başımızdaki mezarı gösteriyordu. Elleri az önce dokunduğu toprağın zerrelerini taşıyordu.
“Senin annen var mı Bevar?” diye sordum kaşlarımı çatarken.
“Anne diyebileceğim kadına sahip olacak kadar şanslı değilim. Uluhan konağında bir zamanlar yaşayan yaşlı bir kadın büyüttü beni. Altı yaşına kadar onu annem sanıyordum.”
Merakla yüzüne bakarken sözlerine anlam vermeye çalışıyordum. O ise mezar taşına bakıyordu dalgın bir ifadeyle. “Peki ya gerçek annen? Vefat mı etti?”
“Bilmiyorum, bunu henüz öğrenemedim,” dedi omzunu silkerken.
“Baban? Konakta mı yaşıyor?”
“Baba olarak bildiğim bir adam hiç olmadı. Herkes senin kadar şanslı değil, Savaş Ağa!” dedi alaycı bir ifadeyle gülümserken. “Ben henüz kim olduğunu bilmeyen bir adamım.” Düşünceler zihnimde birbirine karıştı. O an esen rüzgârla yüzünün sol yanına düşen sarı saçları havalandı. Yüzü ile kulağının birleştiği yerde gördüğüm lekeyle soluğum kesildi. Titremeye başlayan elimle yüzüme dokundum. Gizlemek için uzun tuttuğum saçımın altına dokundum. Elime gelen kabartıyla kalbim kasıldı. Böyle bir ihtimal olabilir miydi? Bir yanım gerçek olma ihtimalinden korkarken diğer yanım yanlış gördüğümü fısıldıyordu. Dayanamadım. Gözlerimi onun yüzündeki izden ayırmadan sordum.
“Kaç yaşındasın, Bevar?”
“Yirmi b…”
“Savaş!”
Bevar’ın sözlerini dedemin sesi sona erdirdi. O ardına dönerken ben yüzünden ayıramıyordum bakışlarımı. Bedenim donmuştu sanki. Yavaşlayan nefesimin derin sesi kulaklarımda yankılanıyordu. Zihnimde beliren ihtimaller benliğimi görünmez onlarca iplerle bağlamıştı. Kıpırdayamıyordum. Ne bir adım atabiliyordum ne de elimi uzatıp sadece iki adım ötemde duran adama dokunabiliyordum. Tek yapabildiğim orada, bana can veren kadının mezarının ucunda öylece durmaktı. Onu anımsadığımda, başımı çevirip hemen soluma döndüm. İmkânsız dahi olsa bir yanıt vermesini diledim ondan. Bir kez olsun bana yol göstermesini… Bir kez olsun ışık olmasını istedim karanlığıma. Olmayacağını bile bile bekledim. Bir ses, bir soluk, bir işaret… O an gök yarılırcasına bir şimşekle ansızın aydınlatırken etrafı, kolumu tutan Bevar’ın sesini işittim.
“Sırılsıklam olduk! Ejder Bey haklı, içeri girmeliyiz. Hasta olacaksın.”
Koluma girmiş, beni içeriye sürükleyen adamın yağmur damlalarının süzüldüğü sarı tüylerle kaplı yüzüne baktım sessizce. Adımlarım çamurlaşmaya başlayan toprağa bata çıka ilerlerken ıslanmış saçlarının tutamlarını izledim. Yüzüne düşen sarı tutamlara… Kıstığı gözlerinden, daha önce tonuna dikkat etmediğimi o an fark ettiğim parlak, yeşil gözlerine… Olabilir miydi? Böyle bir ihtimal var olabilir miydi? Eğer öyleyse…
“Bu odada üstünüzü değiştirebilirsiniz. Adamlarım size uygun kıyafetler getireceklerdir.”
Bir sis bulutunun ardında görüyordum karşımdaki suretleri. Seslerini deniz kabuğunun derinliklerinden işitilen bir dalganın sesi gibi derinlerden duyuyordum.
“Arabada eşyalarım var, Ejder Bey. Savaş Ağa’ya uygun birkaç parça bulabilirim.”
“Peki, o hâlde size havlu gönderiyorum.”
Odadan çıkışının ardından kapanan kapının yanındaki bavulu alıp yatağın üzerine bıraktı. Eski ve ahşap dokusuna dokunup usulca araladı. Bavulun içindeki eşyaların arasından seçim yaparken, olduğum yerde kıpırdamadan onu izliyordum.
“Bunlar sana uyacaktır.”
Yatağın üzerine salaş bir tişört ve eşofman altı bırakırken kapı aralandı. Çay servisi yapan genç kadın havlularla birlikte içeri girdi. Öncelikle bana uzattığı havluyu tek elimle sararken Bevar kendisi için olanı aldı.
“Ben banyoda değiştiririm üzerimi.”
Gidişinin ardından kapı sesini duyduğumda ardımda duran sedire güçlükle bıraktım bedenimi. Ne saçlarımdan süzülen yağmur damlaları ne de vücuduma yapışan kıyafetler umurumdaydı. Kapının tıkırtısını duyana kadar taş kesilmiş gibi oturdum öylece. Bakışlarım ahşap bavula kayarken titreyen ellerimle yüzümü sıvazladım. Atacağım adımın yönünü ilk kez bilemiyor, önümü göremiyordum. Bu delicesine fikri kimseye dillendiremeyeceğimi biliyordum. Kapı açıldığında hızla doğrulup gömleği yırtarcasına çıkardım.
Açılan kapıyla bu kez odaya giren Ejder Bey’di. “Sıcak çay hazırlattım. Gelin de içiniz ısınsın.”
Bevar, neşeli bir ifadeyle odadan çıktığında yatağın üzerindeki bavula kenetledim bakışlarımı. Onun içinde mutlaka bir iz olmalıydı. Beni bu saçma düşüncelerden kurtaracak bir kanıt! Bir resim, bir belge… Usulca yaklaştığımda içimdeki ses fısıldadı. “Ya gerçekse düşüncelerin? O zaman ne yapacaksın, Savaş?”