Tek bir iz bile yoktu. Ne bir suret barındıran renksiz bir fotoğraf ne de bir isim… Az önce yanımda olduğunu bilmesem sesini duymamış, yüzünü görmemiş olsam bir hayalet olduğuna bile inanabilirdim. Hayatta olduğuna, bir hayatın olduğuna inandıracak bir kanıt dahi yoktu önümdeki ahşap bavulda. Sadece birkaç kıyafet parçası ve parfüm dışında… Eskimeye yüz tutmuş, yer yer soyulmuş kutuyu kapatıp yere bıraktım bedenimi. Dizlerime kollarımı dayayıp yüzümde gezdirdim ellerimi.

“Hayır!” dedim gözlerimden süzülen yaşlara engel olamazken. Giderek sertleşen hareketlerim, sanki beynimdeki düşünceleri yok etmeye çalışıyor gibiydi. “Bu olamaz!” Az önce onun çıktığı kapıya bakarken başımı salladım. “Allah’ım, yardım et bana!” Dudaklarımı örterken avuçlarımla firar edecek sözcüklere engel olmaya çalıştım. “Ya gerçekse o iz? Ya o benim gerçekten kard…” Devamını getiremedim. Yerimden fırlarken odada telefonumu aradım telaşla. Yatağın üzerinde bulduğumda, parmaklarım birbirine dolanırken rakamları tuşladım. Rehberimde kayıt edemeyeceğim kadar önemli ve bir o kadar da tehlikeli o numara ekranda belirdiğinde, bir saniye bile düşünmeden arama tuşuna bastım. Yedi Aşiret’in duymaya dahi tahammül edemeyeceği ama benim şu an ihtiyacım olan o adamı… Tonunu unutmaya yüz tuttuğum uykulu sesi işittiğimde ise derin bir soluk aldım.

“Bana verdiğin sözü tutmanın zamanı geldi! Yardımına ihtiyacım var, Ferzan Ağa!”

“Sancar’ın oğlu Savaş…” dedi derin bir soluğun ardından. “Sesini duymak ne büyük şeref!”

Cama yaklaşıp perdeyi usulca araladım. Bevar’ı, dedemin olduğu masanın yanında ayakta gördüğümde fazla zamanımın olmadığını anladım. Birazdan buraya gelip beni kontrol etmek isteyecekti. Bavula yönelip, hızlıca çıkardığım kıyafetleri içine yerleştirirken Ferzan Ağa’ya yanıt verdim.

“İstediğini yapmaya hazırım! Ama önce bana verdiğin sözü tutmanı istiyorum!”

***

Kış bahçesine hazırlanan yemek masasında sessizlik hâkimdi. Başköşeye yerleşen Ejder Bey, sakince çorbasını yudumlarken Bevar çorba yerine kuru patlıcan dolmasını iştahla yiyordu. Ben ise boğazımdan geçmeyeceğini bildiğim çorbanın içindeki kaşıkla oyalanıyordum. Bakışlarımı sıklıkla yüzüne çevirdiğim adamı incelemekten kendimi alıkoyamıyordum. Güneş sarısı saçları kime benziyordu? Yüzünün sert hatları, kavisli çenesi, biçimli burnu… Benden, Sancar Ağa’dan ve Zelal Kahraman’dan ufacık bir iz bulmak için çabalıyordum içten içe. Ama bulamıyordum. O an düşüncelerimi hissetmiş gibi başını kaldırdığında gözleri gözlerime dokundu. O an zihnimde beliren gözlerle tepeden tırnağa sarsıldı bedenim. Zümrüt yeşili…

“Ben… Ben dolaşacağım biraz…” dedim telaşla yerimde doğrulurken. Kimsenin tek bir söz söylemesine izin vermeden bahçeye yönlendirdim adımlarımı.

İlk ipucu avuçlarımda duruyordu sanki. Ancak aklım kabul etmek istemiyordu bu ihtimali. Onun gözlerine ne kadar benzediğine inanmak istemiyordum. Bana can veren kadının gözlerine…

Gece boyu yatakta dönüp durmuş, zerre uyuyamamıştım. En sonunda pes edip yerimden kalktım. Odada dolanıp bulanıklaşan zihnimi toparlamaya çalışıyordum. Gözlerim birer cam parçası hapsediyormuş gibi acıyordu. Odadaki banyoya yönelip yüzümü yıkadığım sırada aynadaki aksimi gördüğümde irkildim. Gözlerim kan kırmızısına dönmüştü. Fazlasıyla ürkütücü görünse de umursamadım. Odadan dışarı çıktığımda güneş henüz doğmamıştı. Cırcır böceklerinin sesi bütün bahçeyi kaplamıştı. Etraftaki güvenliği selamlayıp bahçede gezindim. Birkaç adım sonra aslında gitmek istediğim tek yer olduğunu içten içe biliyordum. Adımlarıma uyup, mezara yaklaştığımda derin soluklar aldım. Toprağına bir adım kala durup, mezar taşındaki isme bakarak fısıldadım.

“Zelal Atabeyoğlu Kahraman!”

Ardından toprağında gezindi bakışlarım. “Soyumun adından burada bile kurtulamamışsın, Zelal Hanım.” Alaylı sözlerimin ardından kaşlarımı çattım. “Bu da senin lanetindir belki! Senin kaderin…” Bakışlarımı konağa çevirip orada varlığına emin olduğum adamı düşündüm. “Bizim kaderimiz…”

Dizlerimin üzerine çöküp toprağından bir avuç aldım. “Hissediyor musun? Oğlunu hissediyor musun? Hayatını mahvettiğin oğlunun acısını hissediyor musun?”

İki elimin arasındaki toprak yavaş yavaş dökülürken dolan gözlerimi kırpıştırdım. “Ardında bıraktığın oğlunun yaralarını görüyor musun? Yalanlardan masallarla avuttuğun beni… Hatırlıyor musun? Biliyor musun ben hiç unutmuyorum… O günü… Avluda dizlerinin üzerine çöktüğün o perişan hâlini unutmadım. Bana son kez masal anlattığın o günü de… Çığlıklarını da… O gün, öldüğün o gün Sancar Ağa’nın adını haykırmanı da… Ben bunların hiçbirini unutmadım! Unutamadım! Ama denedim! Defalarca hem de! Ama yapamadım… Senin, beni bırakıp o adamın yanına gittiğin o günü de unutamadım… Hayatımızın içine eden o adamın, Emin denilen o şerefsizin koynuna gittiğin o günü diyorum!”

Yerimden doğrulup gözlerimi kırpıştırdım. “Masum olma ihtimalinin güç olduğunu biliyorum. Ama buna inanmak istiyorum. Kardeşim için… Onun hayatı için…”

Ellerimdeki toprağı temizlemekten vazgeçip ceplerime yerleştirdim. “Çok yakında belki de… Bana bir nefes kadar yakın… Aynı toprağa adım atıyoruz, aynı soluğu çekiyoruz ciğerlerimize. Hata yaptım bu zamana kadar belki de. Önümü göremeyecek kadar kör, sesini işitemeyecek kadar sağırdım belki. Eğer öyleyse…” dedim sağ elimle evi işaret ederken. “O adam benim canımın yarısıysa… Kanım, kardeşim ise… Babamın kanını taşıyor olsa bile, mahşere dek ne seni ne de babamı affedeceğim! Duyuyor musun beni? Ona bu hayatı yaşamak zorunda bıraktığınız için, ellerine kan bulaşmasına müsaade ettiğiniz için affetmeyeceğim sizi!”

“Savaş Ağa!”

Onun sesini işittiğimde irkilerek kendime geldim. Ne zamandır burada durduğumu, güneşin ne zaman doğup göğü kızartmaya başladığını bilmiyordum. Gözlerimi kırpıştırırken tekrar onun sesini işittim.

“İyi görünmüyorsun…”

Buruk bir gülümsemeyle omzuna dokundum. “İyiyim Bevar, çok iyiyim.”

Telefonum çaldığında üzerimi değiştiriyordum. Gömleğimin düğmelerini iliklerken komodinin üzerinden aldım. Halamdan gelen bir fotoğraf ve kısa bir mesaj vardı.

“Bu da ne demek oluyor, Savaş? Hemen beni ara!”

Sözlerine anlam veremedim. Mesajdaki fotoğrafı açtığımda gördüğüm haberle kaşlarım öfkeyle çatıldı.

“Denizlerin Prensi’nin Kalbi, Esmer Güzeli’nin…”

Aşağıda yer alan fotoğrafa dikkatle baktığımda Bade ve bana aitti. Genco Uluhan’ın İstanbul’daki davetinden çıkarken çekilmiş olmalıydı. O gece Bade alkol aldığı için belini sararak neredeyse tüm ağırlığını ben taşımak zorunda kalmıştım. Bana gülümsüyor, ben ise o sırada arabayı işaret ediyordum. Bu fotoğrafa bakıldığında o kadar çok anlam taşıyordu ki… Tarihe baktığımda düne ait olduğunu gördüm. O an aklıma gelen düşünceyle Rojda’nın numarasını tuşladım. O da görmüş olmalıydı bu fotoğrafı. Belki de o yüzden dünkü aramama cevap vermemişti.

“Aradığınız numara kullanılmamaktadır.”

Duyduğum sesle öfkeyle sıktım yumruklarımı. Bunu yapmış olamazdı. Aynı yanıtı alacağımı bile bile tekrar aradım. Her seferinde duyduğum sesle haykırmamak için güçlükle tuttum kendimi. Beni cezalandırıyor muydu?

“Benden kaçamayacaksın, Rojda Kurt!” dedim dişlerimi sıkarken.

Odadan çıkıp, arabayı hazırlamalarını söylerken Bevar da odasından elinde bavuluyla çıktı. “Vakit geldi demek… Suratından anladığım kadarıyla gazete haberini nihayet görebildin.”

“Sen nasıl öğrendin? Hem her zaman bavulla mı dolaşırsın sen?” dedim merakla.

“Kulağım keskindir. Ayrıca ben bir yere ait olmaya alışkın değilim, Savaş Ağa. Hayatım da bu bavuldan fazlası etmez. O yüzden hep yanımda taşırım.” Adamlardan birine bavulu uzatıp sarı saçlarını düzeltti. “Ejder Bey ile vedalaş, ben arabada bekliyorum.”

Arabaya doğru yürürken mezarın olduğu tarafa baktım kısa bir an. “Rojda’yı görmem gerek!”

“Bir kan davası başlatmak için oldukça erken bir saat, Savaş Ağa.”

Arabayı sürerken direksiyonda ritim tutmayı ihmal etmiyordu. Yanımda artık eskisinden daha rahat davrandığının farkındaydım. Bu durum beni mutlu ediyordu.

“O da ne demek şimdi?”

“Yani Kurt Aşireti topraklarına bu saatte girmemiz demek, ya senin ya benim vurulmam demek! Ki beni ilk sıraya alacaklarına eminim. Üstelik Barzan Ağa senin yanında olduğumu bilmiyor.”

“Ne demek bilmiyor? Seni benim yanıma o göndermedi mi?”

“Bu kez değil,” dedi kaşlarını çatarken. “Beni Genco Ağamın yanında sanıyor.”

“Peki, neden onun yanında değilsin, Bevar?” dedim alnımı sıvazlarken. Sabrımı denemekten zevk aldığını düşünmeye başlamıştım.

“Seni özlediğim için değil herhâlde. Lalezar Ağam orada…”

“Lalezar’ı sevdiğini sanıyordum?”

Ters bir ifadeyle yüzüme baktıktan sonra gaz pedalına yüklendi. “Uluhan ailesini sevmek benim görevim! Onların emir kuluyum, Savaş Ağa!”

Kendine neden bunu yaptığını bilmesem de anlayabiliyordum. Hayatına bu ayrımı koyan, sınırları çizen Barzan Uluhan’dı. Her geçen gün ona olan nefretim büyüyordu. Üstelik eğer şüphelerimde haklı çıkarsam onu benim elimden kimse alamayacaktı. Eceli ben olacaktım. Ne pahasına olursa olsun!

Recommended Articles

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

error: Content is protected !!