Sabah güneşinin yayıldığı avluda otururken görmek istediğim sureti bekliyordum. Avludaki adamlar şaşkınlıkla beni izliyor, kahvaltı hazırlamak için ortaya çıktığını düşündüğüm iki kadın ise kömürde pişirdikleri kahveyi servis etmek için yarış ediyorlardı. Her biri benim varlığımın nedenini Ağalarına bağlasalar da aslında hakikat farklıydı. Burada, bu konakta olduğumu henüz kimse bilmiyordu. Kimse tarafından davet edilmemiştim. Gelişimin tek nedeni, saatlerdir fısıldadığım ismi onun yüzüne bakarak söylemekti. Vereceği tepkileri keyifle izlemek ve karşılığını alabilmekti. Beklediğim an, merdivenlerde işittiği adım sesleriyle sona erdiğinde keyifle arkama yaslandım.
“Savaş Ağa, hayrola, bir sorun mu var?”
Kollarının düğmelerini iliklemeye çalışırken meraklı bakışlarını yüzümde gezdirdi.
“Bir hoş geldin yok mu Barzan Ağa?”
Şaşkınlığını gizlemeye çalışırken yapmacık bir ifadeyle gülümsedi. “Hoş geldin. Kusura bakmayasın.”
Karşımdaki sedire otururken merakla benim açıklama yapmamı bekliyordu. Ancak istediğini kolayca ona sunmaya niyetim yoktu. O yüzden kahvemi keyifle yudumlarken beni izlemesine izin verdim. Zamanım her ne kadar kısıtlı olmasa da ona sunduğum bu küçük işkence keyfimi yerine getirmişti.
“Dün gece birisiyle tanıştım,” dedim bakışlarımı yüzüne çevirirken. “Sana selamlarını iletmemi istedi. Ben de beklemeden sana getirmek istedim.”
“Kimdir?” dedi kaşları çatılırken. “Seni böyle heyecanlandırdığına göre önemli olsa gerek…”
“Benim için değil. Ama senin için oldukça önemli olduğunu işittim,” dedim yerimde dikleşirken.
“Merak ettim sen böyle anlatınca,” dedi önünde bırakılan kahve fincanını tutup, dudaklarına götürürken.
Gözlerimi gözlerine dikerken fısıldadım. “Seni fazla merakta bırakmayayım o hâlde. Amelya… Sana selamını iletmemi isteyen… Bir de zamanın geldiğini söyledi.”
İşittiği isimle kahve fincanı yere düşüp kırıldı. Avludaki adamlar etrafımızı sararken, yerimden kıpırdamadan yüzüne bakmaya devam ettim. Bakışlarını etrafa saçılan kahve ve porselen kırıklarından kaldırıp gözlerime kenetledi. Amelya… Onun kim olduğunu bilmesem de karşımdaki adamı bu hâle getirdiği için ona minnettardım. Etrafındaki adamları uzaklaştırıp ciddi bir ifadeyle doğruldu yerinde.
“Çalışma odamda konuşalım.”
“Hayır, burada konuşacağız.” Onunla hiçbir yere gitmeye niyetim yoktu. Bir korkum yoktu elbette. Ama ona güvenmiyordum.
“Çıkın dışarı!”
Avluyu saran adamlarını bir sözüyle dışarı çıkartıp köşede bekleyen kadınlara seslendi. “Kimse odasından çıkmayacak!”
Kadınlar telaşla yukarı çıkarken, kalktığı sedire çökercesine oturdu. “Ne istiyorsun?”
“Kardeşimin nerede olduğunu biliyor musun? Babam sana mı getirdi o gün kardeşimi?” dediğimde sustu. Hissettiğim heyecanı belli etmemeye çalışarak yüzüne baktım. “Konuşsana Barzan Ağa!” Yine işittiğim derin sessizliğin ardından yerimden doğruldum. “Sen sorumu beğenmedin sanırım ya da anlamadın. O zaman şöyle sorayım. Bevar kim?”
“Kimsesiz biri, konakta büyüyen bir yanaşma,” dedi kelimeleri birbirine vururken.
“Kaç yaşında?”
“Bunu neden soruyorsun bana?” dediğinde öfkeyle haykırdım.
“Sana kaç yaşında dedim?”
“Yirmi beş…” dediğinde titreyen ellerimi saçlarımdan geçirdim. Nefes alışlarım güçleşirken aramızdaki mesafeyi hızlıca kapadım. Ellerim yakasını kavrarken, dişlerimi kırarcasına sıktığımın farkında bile değildim.
“O mu?”
Susmaya devam ettiğini gördüğümde haykırdım. “O mu? Cevap ver bana lanet herif!”
Cevap veremeden, avlunun kapısı açıldığında ikimiz de başımızı çevirdik. Gelen Bevar’dı. Bakışları ikimiz arasında gidip gelirken, yakalarını kavradığım adamın yüzüne baktım dolan gözlerimle. Barzan Uluhan ise sadece başını salladı. Bu sessiz kabulleniş, bana verebileceği en büyük cevaptı.
Yakasını kavrayan ellerim taş kesildi o an. Kıpırdayamaz oldum. Çevremdeki sesleri işitemez oldum. Sadece göğsümü yırtıp geçecek kadar kuvvetle atan kalbimin sesi yankı buldu. Karşımdaki adamın sureti derin bir karanlığa kavuştu.
Annemin çığlıkları ardından işittiğim cılız ağlama sesi sardı etrafımı. Sisler ardından, seslerin geldiği o odaya giren Sancar Kahraman’ın sureti belirdi. Ardından kucağındaki kumaş parçasını sararak avludan çıktığı o an… Kardeşimi benden, konaktan koparıp götürdüğü an…
“Savaş Ağa?”
Beni girdaptan çekip alan, Uluhan konağının bahçesine geri savuran sesi işittiğimde ardıma dönüp bakamadım. Yapamadım. Nasıl bakabilirdim yüzüne? Düşmanımın yakasını saran ellerimi çekip, yumruklarımı sıkarken tökezledim. Onu “kardeşim” diye sarmak için titreyen kollarımı nasıl zapt edecektim? Acıyla sızlayan, kanayan kalbimi nasıl avutacaktım?
“Sokağa atmak yerine konağımda büyümesine izin verdim o piçin! O benim!” dedi gözlerimin içine bakarken. Dişlerini sıkarak konuşurken gülümsüyordu. Dışarıdan bakan biri sıradan bir konuşma içerisinde olduğumuzu düşünebilirdi.
“Yedi Aşiret’ten korusan bile benim için işlediği günahlardan kurtaramazsın onu. Ellerindeki kanı temizleyemezsin. Onu bir ömür hapse tıkacak kadar delilim var. Ona kim olduğunu anlattığın anda hepsini tek tek ortaya çıkarırım!”
Başımı çevirip onun yüzüne baktım. Ne olduğunu çözmek ister gibi ikimize bakıyordu. Bakışlarımı üzerinde gezdirirken, belindeki silahı gördüğümde acıyla yumdum gözlerimi.
Ellerimi çekerken gözlerimi araladım. Söylenenleri, Bevar’ın beni durdurmak için gösterdiği çabaları yok saydım. “Gitmeliyim.” Dedim sadece. Ciğerlerin dakikalardır nefessiz kalmış gibiydi. “Gitmeliyim.” Göğsüm yanıyordu. Kapının önündeki adamların bedenlerini iterek ileriye, arabamı bıraktığım yere yürüdüm. Adımlarım güçsüzdü. Gözlerime dolan yaşlar mı canımı yakıyordu yoksa avucuma batan tırnaklarım mı? Bilmiyordum. Konağın ilerisindeki ara sokağa, park ettiğim arabanın yanına ulaştığımda ceplerimi aradım telaşla. Ceketimin sol cebinde bulduğumda titreyen parmaklarım kavramayı başaramadı. Yere düştüğünde ayaklanan öfkemle, soluğumu kesen acıyla yanımdaki duvara vurdum ayağımı.
“Hayır!” Bir kez daha… Bir kez daha… Tüm gücümle duvarı yumruklamaya başladığımda daha da yüksek sesle bağırdım. “Hayır! Hayır! Hayır!” Gücüm kesilmeye başladığında, ellerimden süzülen kanlar duvara bulaşırken kendimi yere bıraktım. Alnımı yaslarken soluğumu kesen hıçkırıklarımla sarsıldı bedenim. “Ah… Hayır…” Yumruklarım güçsüzce duvara bir kez daha vurduğunda yumdum gözlerimi. “Hayır…”
Omuzlarımı saran elleri hissettiğimde kim olduğuna bakamayacak kadar hâlsizdim. Başımı çevirmeden, o duvarın dibinden ayrılmadan, öylece beklerken beni kaldırmak için çabalıyordu.
“Ağam? Ağam, ne oldu sana böyle? Kalk hadi! Korkutma beni Ağam!”
Kollarımın altından kavrayıp, yukarı doğru kaldırdığında ağlamaya devam ediyordum. Hayatımda ilk kez bağıra bağıra ağlıyordum. Arabaya yaslandığımda gözyaşlarımın arasında Ayaz’ı gördüm. Beni bulan oydu. Kapıyı aralayıp arabaya binmemi sağladı. Başımı koltuğun ardına yasladığımda araba çoktan hareket etmişti. Uluhan konağının önünden geçtiğimizde kapının önünde etrafına bakınan adamı gördüm. Bevar, kardeşim, beni arıyordu. Yıllardır benim onu aradığımı bilmeden…
Araba durduğunda olduğumuz yer dağ eviydi. Babamın öldüğü gün sığındığım ev… Bu kez kardeşime kavuştuğum bugün de bana kucak açmak için karşımdaydı. Kardeşim…
Ayaz kapımı açıp, uzandığında elimi kaldırıp durdurdum. Sessizce kabullenip bekledi. Usulca indiğimde ne yapacağını bilemez hâldeydi. Delirdiğimi düşünüyor olmalıydı. Bu hâlime başka bir anlam veremeyeceğine emindim. Yavaş adımlarla bahçedeki sallanan koltuğa yürüdüm. Oturup, ritmik bir şekilde sallanmasına neden olduğumda Ayaz elindeki ilk yardım çantasıyla yanıma varmıştı. Sessizce ellerimi temizleyip sararken öylece uzaklara diktim gözlerimi. Karşımda dizilen dağların ardına…
***
“Ağam, gece ayazı indi. İçeriye geçsen, hasta olacaksın diye korkuyorum.”
İrkilerek kendime geldiğimde omuzlarımda bir battaniye, ellerimde beyaz sargılar vardı. Derin bir uykudan uyanmış gibi berraktı zihnim. Gözlerim ise iki yangın topu gibi alev alevdi. Yerimden doğrulup, içeri girdiğimde şömine yanmıştı. Ahşap sehpanın üzerinde çorba kâsesi ve bir kaşıkla birkaç dilim ekmek vardı.
“Sabahtan beri bir yemek görmedi miden. Azıcık içersin diye hazırladım. Tarhana… Sever misin bilemedim ama…”
“Sağ ol Ayaz.” Sesim o kadar pürüzlüydü ki… Boğazım ise acıyarak sızlıyordu. “Her şey için sağ ol.”
“Ne demek Ağam…”
Çorbayı bitirene dek bir daha konuşmadı. Ardıma yaslandığımda dikkatle ona baktım.
“Ağam, sana bir haber vermem gerek.”
“Söyle Ayaz.”
“Güç olsa da Hividar’ı kimin öldürdüğünü buldum, Ağam.”
Beklediğim haberi bugün alıyor olmak zor olsa da duymayı bekledim.
“Kadının kız kardeşine ulaştım. Her şeyi o anlattı. Kadın, Barzan Uluhan’ın metresiymiş ve ilişkileri çok eskiye dayanıyormuş. Konağınıza gelişi de yine Barzan Ağa sayesinde olmuş. Sancar Ağa vefat ettikten sonra ortadan kaybolmasını da o sağlamış. Ama kadın defalarca çıkıp gelmek istemiş. Kabul edilmeyince de resti çekmiş ve sana geleceğini söylemiş. Yola çıktıktan sonra da kendisinden haber alınamamış.”
“O öldürdü!” Öfkeyle yerimden doğruldum.
Ayaz sessizlikle başını salladı.
“Ona haber götürüyor olmalıydı. Haneme soktuğu yetmezmiş gibi babamın koynuna da girmesini sağladı o kadının.”
“Kimse bilmiyor, Ağam. Kadını Sancar Ağa’nın ölümünden sonra bir süre de konağında gizlemiş.”
“Lanet olsun!” Her yerde aradığım kadın oradaydı. Onun konağında kaldığımda belki de o da oradaydı.
“Bu gece olacak aşiret toplantısının ertelediğini de Barzan Ağa diğer aşiretin liderlerine duyurmuş. Senin hasta olduğunu ve iyileşene dek beklemenin uygun olduğunu söylemiş.”
Barzan Uluhan yine oyunculuğunu konuşturmuştu. Her şeyi kendi istediği yöne çekmeyi başarmıştı. O kadının konağımızın içine kadar onun sayesinde girmiş olmasının ve yaşadıklarımızın onunla bir bağlantısı olabilir miydi? O mu planlamıştı böyle bir kara maziyi? Sancar Kahraman o kadına nasıl inanabilmişti? Yatağına alacak, kendine katacak kadar nasıl gözünü kör edebilmişti? Aklım almıyordu! Yıllarca kardeşimin kendisine bir saat uzakta yaşamasına nasıl katlanabilmişti? Nefret ettiği o bebeği, nefret ettiği bir adama nasıl emanet etmişti? Bu ölümden bile beter değil miydi? Bunu neden yaptığını biliyordum. Onu bulmamın en imkânsız olduğu, en güç olduğu yer o konaktı. Ama başaramamıştı. Planı sadece yirmi beş yıl sürebilmişti. Yirmi beş yıl…
Yerimde duramayıp doğruldum. Odayı arşınlarken ne yapacağımı bilmiyordum. Onu bulmuştum. Kardeşimi, canımın yarısını görmüştüm. Fakat onu böyle bir kör kuyudan nasıl çıkartacaktım? Nasıl?
“Bevar…” dedim gecenin karanlığına fısıldayarak. “Kardeşim…”
Bunu yüzüne bakıp söylemeyi, kollarımla sarıp ona yanında olduğumu fısıldamayı o kadar çok istiyordum ki… En çok da ondan özür dilemeyi… Bize can veren kadının sebep oldukları için… Bize kan veren adamın yaptıkları için… Onu bu kadar geç bulduğum için… Ondan hayatını çaldıklarında, isimsiz, kimsesiz bıraktıklarında yanında kalamadığım için özür dilemeliydim.
Kardeşim yaşıyordu. Hep hissettiğim gibi nefes alıyordu işte. Beni, kendini aslında hiç tanımasa da oradaydı işte. Yakışıklı, güçlü bir adam olmuştu. Annemin ona hamileyken söylediğinin aksine bir erkek kardeşim vardı. Benim kardeşim…
Bana pek benzemiyordu. Ne saçları ne de gözleri… Saçları sapsarıydı. Ama gözleri… Onlar Zelal Kahraman’ın kopyasıydı. Bu gerçeği fark ettiğimde acıyla yumdum gözlerimi. Bunu nasıl görememiştim? Nasıl anlayamamıştım? Günlerdir yanımdaydı, bir adım ötemdeydi, benimleydi. Ama ben onun varlığından habersizdim.
“Öldüreceğim seni adi herif!” dedim dişlerimi sıkarken. “Seni öldüreceğim, Barzan Uluhan!” Bu hakikati bilmesine rağmen onu benden gizlemeye devam etmişti. Bir aptal gibi kandırmaya devam etmişti beni. Peki, neydi amacı? Neden yıllarca onu yanında tutmuş, Yedi Aşiret’ten gizlemeyi başarmıştı?
“Biliyor…” Evet, biliyordu. Bevar’ın babamın oğlu olduğunu biliyor olmalıydı. Ama onunkilerin benim gibi hislerden ibaret olmadığına emindim. Bir şekilde bunu öğrenmiş ya da ispat etmiş olmalıydı. Ve bu yüzden susmuştu. Peki neden? Neydi planı? Babamın tükenmesi, benim sürgün edilmem, annemin öldürülmesi, soyuma leke sürülmesi… Bunların ona kazandıracağı ne olmuştu? Soruların her biri zihnimde yankılanırken olayın başlangıcına gitmek en doğrusu olacaktı. İçeri giren Ayaz telaşlı görünüyordu.
“Başka bir şey daha mı var?”
“O adamın ailesini buldum, Ağam! Emin’in ikiz kardeşi Çetin yaşıyor!”
Aynı gün içinde aldığım üçüncü önemli haberdi. Derin bir nefes alıp sakin olmaya çalıştım. Bir hata yapmamalıydım.
“Arabayı hazırla, Ayaz!”
Emin denilen pislikle ilgili bana gerçekleri anlatacak tek kişi oydu. Yıllar sonra o suretin bir kopyasını görmek istemesem de mecburdum.