Vivienne, gelen telefondan sonra tamamen sessizliğe gömülmüş boş gözlerle bakıyordu. Alex; onun kötü bir haber aldığı tahmininde bulunurken, aklına ilk olarak ondan özür dilemek için evine gittiği gün, gördüğü küçük bebek geldi. Aralarındaki sessizliğe daha fazla dayanamayarak, “Vivienne” diye seslendi. Ama genç kadın donmuş gibi, ne konuşabiliyor ne de hareket edebiliyordu. Alex, birkaç kez daha seslenmesine rağmen hala cevap gelmeyince, korkuya kapılarak kollarından tutup, hafifçe sarstı “Vivienne kendine gel!” Vivienne, sevdiği adama gözleri yaşlı bir şekilde baktı. Ağladı ağlayacak bir halde dudaklarından çıkan buruk ses tonuyla;
“Annem.. Eve gitmeliyiz” diyebildi.
Alex; annem kelimesini duyar duymaz dümene geçip, yatın burnunu limana çevirirken, geride kalan Vivienne güvertedeki koltuğa yığılmış, ifadesiz gözlerle gökyüzüne bakıyordu.
Yol boyunca Alex iki kez ne olduğunu sorsa da, konuşacak durumda olmayan Vivienne cevap vermek yerine sessiz kalmayı tercih etmişti. Genç adam ise, onun ne kadar üzüldüğünü gördüğü için, daha fazla üzerine gitmedi. Aklından iki düşünce geçiyordu; ya annesi ölmüştü ve telefondaki kişi bunu haber vermişti ya da başına çok ciddi kötü bir şey gelmişti. Alex arabayı malikanenin önüne park eder etmez Vivienne, üzerini değiştirmek için koşarak eve girdi ve üst kattaki odasına çıktı. Aida arayıp; annesinin durumunu anlattığı andan itibaren, şuurunu kaybetmiş gibi ne yapacağını bilemiyordu. İki kere gardırobun kapağını açmış fakat neden açtığını unutarak tekrar kapatmıştı. Üçüncü açışta, kıyafetlerini değiştirmek için eve geldiklerini hatırladı. Kendini toparlamak için derin derin nefes almaya çalışırken, telefonundan taksi çağırmayı akıl edebildi. Bir an önce otobüs terminaline gidip, yola çıkmalıydı. Aida’nın telefon da; annesinin çok vaktinin kalmadığını söylediğini hatırladıkça, eli ayağına dolanıyor, deli gibi odanın içini arşınlıyordu. Annesi ona iyi bir anne olmasa da sonuçta onun annesiydi. Hemen üzerine; Alex’in evine dönerken giydiği, kot pantolon ve siyah bluzunu geçirip, hızla odasından çıkarak giriş katına inmek için merdivenlere yöneldi. Fakat onu bekleyen Alex ile karşılaşmayı hiç beklemiyordu. Alex’te onun gibi üzerini değiştirmiş, fakat aceleye geldiği için gömleğinin eteği dışında kalmıştı. Gömleği pantolonunun içine sokuştururken;
“Hadi çıkalım” dedi.
Vivienne böyle bir şey beklemediğinden şaşırdı.
“Sende mi geliyorsun?”
Alex; yatta şahit olduğu konuşmadan sonra, onu yalnız bırakamazdı. Özelliklede bu ruh haliyle, tek başına gitmesi doğru değildi. Red kabul etmeyeceğini belirten yüz ifadesiyle, sevdiği kıza yaklaştı.
“Seni bu halde yalnız gönderemem.”
Vivienne, onun bu düşüncesiyle daha da duygulanırken;
“Ama oraya gitmek altı saat sürer. İşlerin ne olacak,” dedi.
O an Alex’in yanında olmasını her şeyden çok istemesine rağmen, içindeki aşık emin olmak istiyordu.
“İşlerin canı cehenneme Vivienne, bekleyebilirler. Değil altı saatlik yol, dünyanin diğer ucuna da gitsen seni bu halinle yalnız bırakamam.”
Alex Vivienne aşağı inmeden önce, asistanı Anaise’i aramış, İngilizler ile yapılacak olan toplantıyı bir gün sonraya ertelemesi için talimat vermişti. Zaten bu hafta şirkete gitmeyeceği için, bunun dışında işle ilgili sorun yaratacak bir durum söz konusu değildi.
Yola çıktıklarında; Vivienne annesine ne olduğunu öğrenmek için, üvey babasının aradı. Ancak aylardır aramadığı numara ulaşıma kapatılmıştı. Telefonunu tekrar çantasına yerleştirirken, annesinin sağlık konusunda ne kadar hassas olduğunu hatırladı. Kaliteli bir yaşam için her sabah yürüyüşünü yapan, sağlığa zararlı gıdaları tüketmekten kaçınan, hazırladığı bitki çayları sayesinde gribi bile ilaç kullanmadan ayakta atlatan kadına ne olmuştu. Bunları düşününce, hastalık olasılığının üzerine bir çizgi çekti. Eğer durum bu kadar ciddiyse kesinlikle başına kötü bir kaza gelmiş olmalıydı. Aklına gelenlerle gözleri dolarken, bu sefer üvey babası Harbin’i düşündü. Hayat ne acayipti. Doktorların bir yıldan fazla yaşamayacağını söylemelerinin üzerinden tam üç yıl geçmişti.
Yanındaki koltukta bilinçsizce dışarıyı izleyen Vivienne’e bakan Alex, ortamdaki sessizliği bozmak için önce müzik açmak istedi ancak vazgeçti. Ne söyleyeceğini, ne yapacağını bilmeyerek bir eli direksiyondayken, diğeriyle sevdiği kadının omzuna dokundu.
“Lütfen bu kadar üzülme. Belki de durum sandığın kadar kötü değildir.”
Genç kız, onun söylediği gibi olmasını çok isterdi. Tabii sezgileri tam aksini söyleseydi. Lakin içindeki his olumlu bir şey düşünmesine izin vermiyordu. Aida ne demişti, çok vakti kalmamış. Alex’in sözlerine tebessüm etmeye çalışıp, cevap verdi.
“Aslında ona çok kırgınım. Beni çok üzdü. Ama yine de üzülmemek, endişe etmek elimde değil. Bunun ne demek olduğunu tahmin edebiliyor musun?”
Vivienne’in sorusuyla genç adam hiçbir şey söyleyemeden gözlerini tekrar yola çevirdi. Eğer söz konusu kırgınlıksa, onun kalbi olabilecek en kötü şekilde kırılmıştı. Genç kızın; gözlerini dinlendirmek için kapattığı sırada, Alex geçmişe doğru küçük bir yolculuğa çıktı. O zamanlar üç, dört yaşlarında küçücük bir çocuktu. Yaşından dolayı, annesine dair hatırladığı doğru düzgün anısı olmasa da, unutamadığı şeyler vardı elbette. Mesela; keman çalmayı seven annesini, dakikalarca bıkmadan hayranlıkla izlemek gibi. Onun, kemanın yayına dokunurken, odayı dolduran müzik sesiyle gözlerinin ışıl ışıl olduğu yılların üzerinden çok geçmemiş gibiydi. Küçük bir çocuğa, annesinden kalan miras gibi Alex de keman çalıyordu. Ama bu gizli hobiyi evde ki çalışanların dışında, hiç kimse bilmiyordu.
Saatler sonra kasabaya yaklaştıklarında, saat sabahın 07:00’ı olmuştu. Ara ara gözünü kapatsa da, bir türlü uyku tutmayan Vivienne kilometreler yaklaştıkça, nefes alamadığını hissetti. Yolculuğu boyunca ona eşlik eden Alex’in varlığından güç alarak “Az kaldı” dedi. Genç adam onun kısık çıkan ses tonuyla, yüzünü sevdiği kadına çevirip, konuşmadan başıyla onayladı. Çünkü böyle durumlarda, ne söylenmesi gerektiğini bilmediğinden, saçmalamaktan korkuyordu. Halbu ki söze dökülmeyen o kadar çok şey vardı ki.
Onlar; kasabanın var olan tek hastanesinin kapısından el ele giriş yaparken, Vivienne kuzeni Birigett ile karşılaştı. Brigett; çocukluğundan beri yaptığı gibi küçümseyerek önce genç kıza baktı, sonrada onun yanında duran takım elbiseli yakışıklı adama. Alex’in ağzının içine düşecek gibi bakarken, bakışlarını Vivienne’e çevirmeden,
“Annen otuzbeş numaralı odada kalıyor,” diyebildi. Gözleri hala hayatında gördüğü en yakışıklı adamın üzerindeydi.
Vivienne, Alex’in tuttuğu elini çekerek, birlikte ikinci katın merdivenlerine yönelirken adı gibi biliyordu ki Birigett onları arkalarından izliyordu. Çocukluklarından beri hep öyle olmamış mıydı zaten. Lise yıllarında Vivienne ne zaman birisinden hoşlandığını söylese, kuzeni birkaç gün içerisinde o kişiyle flört etmeye başlardı. Otuzbeş numaralı odanın kapısının önünde durduklarında, üvey babasıyla karşılaşsa da yüzüne bile bakmadı. Clair ile kendisinin başına gelen bunca şeyin sebebi de bu adam değil miydi? Eğer ablası Harbin ile sorunlar yaşamasaydı, iş arayışına girmiş olmayacak, bulundukları kasabadan ayrılmayacaklardı. Onu görmezden gelen Vivienne hiçbir şey söylemeden, Alex’in elini bırakıp, yıllar sonra annesiyle yüzleşmek için tek başına içeriye girdi. Onu gören teyzesi tıpkı Brigitte gibi, burun kıvırarak olduğu yerden kalkıp, hiçbir şey söylemeden odadan çıktı. Genç kız ürkek adımlarla, annesine yaklaştıkça gözleri doldu. Onu bu kadar kötü görmeyi beklemiyordu. Hasta annesi çok kilo kaybetmiş, fazlasıyla zayıf ve solgun görünüyordu. Neredeyse tanınmaz hale gelmişti. Vivienne, kemoterapi yüzünden başında tek bir saç teli bile kalmayan annesinin kafasına bakarken, onun toka tutmayan gür saçlarını hatırladı. Hissettiği üzüntü ve öfke öylesi büyüktü ki. Yaşadığı duygusal karmaşa nedeniyle, ağlamak istese de gözünden bir damla yaş düşmedi. Ne söyleyeceğini bilemezken, annesi hiç beklemediği bir şey yaptı. Ona elini uzattı. Oysa genç kız kendini çok daha kötüsüne hazırlamıştı. Annesinin; geldiği için ona kızacağını beklerken, böyle bir yaklaşımı beklemiyordu. Daha geçen yıl; “Bir daha beni arama. Benim Vivienne isminde bir kızım yok. Benim kızlarım öldü,” diyerek yüzüne telefonu kapatan o değilmiş gibiydi.
Vivienne, kendine uzanan titrek ve cılız ele uzanırken, annesinin gözündeki pişmanlığı gördü. Ama hiç bir şey söylemeden, uzaktan bir akraba ya da yakın bir tanıdık gibi yatağın kenarına oturdu.
“Nasılsın?”
Annesi; kızının avuçlarındaki elini güçsüz parmaklarıyla sıkmaya çalışırken, yüzünü duvara çevirdi. Geçmişte reddettiği için kendi çocuğundan utanıyordu. Cılız çıkan ses tonu, sanki o bedene ait değilmiş gibi yalvarırcasına;
“Beni affedebilecek misin kızım? Sırf Harbin yasak koydu diye seni yok saydığım için bağışla beni,” dedi.
Annesinin sesinde duyduğu çaresiz yakarışlarla, Vivienne’in canı daha çok yandı. O an öfke damarlarlarında daha çok kabardı. Biliyordu ki, annesi sağlıklı olsaydı bu şekilde bağışlanmayı hayatta dilemezdi. Dudaklarından çıkan her kelime, sadece kendini rahatlatmak içindi. Aksi olsaydı, gözlerini kaçırarak konuşmazdı. Belki de bu şekilde ölürken huzur bulacaktı. Kısa bir an gözlerini kapatıp tekrar açarak, yatakta küçücük kalan kadına baktığında öfke yerini üzüntüye bıraktı. Gördüğü kadın onun annesiydi. Ve birisinin onun son nefesini vermek üzere olduğunu söylemesine hiç gerek yoktu. İkisine ait, çocukluğunda kalmış güzel günleri anımsayarak, gülümsemeye çalıştı. Aralarında her ne yaşanırsa yaşasın, ne kadar üzülürse üzülsün annesini sevmekten asla vazgeçememişti. Güçlü olduğunu ispatlamak için oturduğu yerde dikleşirken dolan gözlerini sildi.
“Artık bunları düşünme olur mu? Her şey geçmişte kaldı,” dedi.
Aslında hiçbir şey geçmemişti. Bir evladın annesine sevgisi ne kadar büyükse, yarası da o kadar derin oluyordu. Fakat bunları düşünmenin ne yeri nede zamanıydı. Hasta kadın; kızının söylediklerinden sonra, yüzünü Vivienne’e çevirip, gözlerine baktı. İkisi de sessizce ağlarken, artık yaptıkları hataları telafi edecek zamanlarının kalmadığını biliyorlardı.
Annesi; sanki kızının gelmesini beklermiş gibi, birkaç saat sonra keşkeleriyle hayata gözlerini kapatırken, Vivienne’in, Angeline’den başka kimsesi kalmamıştı. Kilisede yapılan törenle annesine olan son görevini yerine getirirken, gözyaşlarıyla Alex’e sarıldı. Genç adam; onun yaşadığı acıyı, kendi içinde hissetse de elinden bir şey gelmediği için kahroluyordu. Onlar birbirine sarılmışken, cenazede bulunanlar arasında kulaktan kulağa dedikodular yayılmaya başlamıştı bile. Her şeyin farkında olan Vivienne, tüm cesaretini toplayıp üvey babası Harbin’in karşısına geçti.
“Annem ne zamandır hastaydı? Bana neden daha önce haber vermedin?”
Her zaman çekimser olan Vivienne’in, kendisinden hesap sormasını beklemeyen adam şaşırsa da, onun haklı olduğunu biliyordu. Anne ve kızlarının arasına girmesinden dolayı pişman olsa bile, o da pişmanlıkları için geç kalmıştı. Ayakta durmakta zorlanırken, gözyaşlarını tutmak adına başparmağı ve işaret parmağını göz pınarlarının üzerine yerleştirerek sıktı.
“Benim hastalığım ile ilgilenmek sanırım onu çok yıprattı. Kendini ihmal etmiş. Aslında anlamadık bile, bir anda oldu, çok kısa bir süre önce ortaya çıktı, doktorlar pek bir şey yapamadı. Seni daha önce aramak istedim ama yaşananları düşündükçe annen istemedi, benim de yüzüm yoktu.”
Vivienne, onun ses tonundan, kurduğu cümlelerden pişmanlığını hissetse de umursamaz bir tavırla dik durmaya çalışıp;
“İzin verirsen evde birkaç küçük eşyam kalmıştı onları almak istiyorum” dedi.
Harbin, acı dolu gözlerle Vivienne’in isteğini kabul etti. Her ne kadar Clair ve Vivienne ile hiçbir zaman anlaşamamış olsa da karısını çok seven adam;
“Burası seninde evin, dilediğin zaman gelebilirsin. Ben, çok özür dilerim” dediğinde genç kız daha da şaşırdı.
Onun pişmanlığını hissetmiş olsa da, bu derece olduğuna inanmak zordu. Bir anda gücünün tükendiğini hisseden genç kız, akmaya başlayan gözyaşlarının görüşünü bozduğunu düşünerek, gözlerini sildi ama doğru görüyordu. Harbin’in duyduğu vicdan azabı annesiyle ayrı kaldıkları yılları telafi edemeyeceği için adama sırtını döndü.
Dedikodulara kulak misafiri olan, üvey babasıyla yaptığı konuşmaya şahitlik eden Alex ise, Vivienne’in çevresinde olanları ve daha öncesinde yaşadıklarını anlamaya çalışıyordu. Daha önce onun bir ailesi olduğu aklına bile gelmemişken, aniden gelen telefonla bir annesi ve üvey babası olduğunu öğrenmişti. Olayları kavrayamasa da, Vivienne’in çok zor günler geçirdiğini tahmin edebiliyordu. Eğer cenazede olmasalardı duydukları yüzünden konuşanlara hadlerini bildirmeyi çok isterdi fakat zamanı değildi.
Vivienne en son iki yıl önce Clair ile çıktıkları kapıdan şimdi Clair olmadan giriyordu. Aklına yaşadıkları o gün geldi. Ablası bu kasabadan kurtulduğu için mutlulukla gülümserken, annesinin gözlerindeki üzüntüyü görebilmişti. Susturduğu gözyaşları tekrar gözlerine hücum etmeden Alex’e, onu antrede beklemesini söyleyip, Clair ile paylaştığı eski odasına gitti. Şimdi anılarla son kez yüzleşme vaktiydi.
Gözleriyle odayı tararken, her şeyin bıraktıkları gibi yerli yerinde olduğunu gördü. Hıçkırıklar boğazından yükselmeye başlarken, çalışma masasının üzerinde duran çerçeve gözüne takıldı. Clair ve kendisinin birbirlerine sarılmış, objektife gülümsedikleri fotoğraf. Oda sanki onu boğuyor gibi hissettirdiği için bir an önce çıkmak istedi. Aceleyle alabileceği ne kaldığına bakarken, Clair’in yatağının başucunda duran küçük komodin dikkatini çekti. Çekmeceyi açıp ablasının kırmızı kapaklı günlüğünü görür görmez gülümsedi. Aklına Clair’in, Vivienne okumasın diye günlüğünü nasıl köşe bucak sakladığı geldi. Sırlarla dolu kırmızı defteri çantasına atarken, alması gereken son bir şey kalmıştı, masanın üzerinde duran fotoğraf. Tam fotoğrafa uzanırken içeriye Brigett girdi. Vivienne’in elindeki çerçeveyi çekiştirerek alırken, boğazından alaycı cık cık cık sesleri çıktı önce, sonrada konuşmaya başladı.
“Zavallı Clair, oysa ne çok hayalleri vardı hatırlıyor musun Vivienne?”
Brigett’in sesini duyduğu an genç kız, onun daha fazla konuşmaması için fotoğrafı alıp odadan çıkmak istedi ama Brigitte vermediği gibi konuşmaya devam etti.
“Umarım onun lanetli kaderi sana da bulaşmamıştır sevgili kuzenim. Yoksa sende mi vücudunu satmaya başladın? Belki de dışarıda seni bekleyen şu yakışıklığı çocuğa veriyorsundur kendini.”
Vivienne, işittiği hakaretlere tahammülü kalamadığından bir hamlede bulunacakken, odanın kapısında Alex belirdi.
“Bebeğim çıkalım mı artık.”
Vivienne ona, bebeğim diye hitap eden genç adamı anlamazken, Brigett’in söylediklerini duymamış olmasını diledi. Alex ona yaklaşıp elini uzattığında, Vivienne kendine uzatılan ele sıkıca tutundu. Yanındaki kuzenin elinden fotoğrafı çekip alarak, Alex ile kapıya doğru yürüdüler. Tam kapıdan çıkarken Alex durup, arkasını döndü. Brigett’e bakarak;
“Çok merak ediyorsan söyleyeyim. Eğer Vivienne vücudunu parayla satacak olsaydı, kimsenin parası onu satın almaya yetmezdi. Çünkü paha biçilemeyecek kadar değerli,” diyerek sevdiği kadını korudu.
Brigett’in duyduklarıyla gözleri iri iri açılırken, Alex’in öfkesinden nasibini almaya devam etti.
“Ve senin adına üzgünüm. Çünkü bırak senin vücuduna para vermeyi, bedava verseydin de dokunmazdım.”
Onlar oradan uzaklaşırken, Brigett sinirinden yerinde duramıyordu.
Alex; son model pahalı arabasının kapısını açıp, önce Vivienne’in arabaya yerleşmesini sağlamış, ardından da kendisi binmişti. Onları arkalarından lanet ederek pencereden izleyen Brigett, kıskançlıkla ağlarken Alex arabayı çalıştırdı. Birkaç dakika sonra Vivienne’in göğsüne bastırdığı fotoğraf çerçevesi dikkatini çekince merakına yenilip
“Bakabilir miyim” diye sordu.
Vivienne, elindeki fotoğrafı Alex’e uzattığı zaman, genç adam sevdiği kadının yanındaki kadını daha önce tanıdığını hissetti. Resmi biraz daha incelediği zaman emin oldu. Kesinlikle bu kadını daha önce görmüştü, ama nerede? İşte bunu hatırlayamamıştı.