Rojda…

Yalıda, Savaş’a ait olduğunu öğrendiğim odanın banyosunda, aldığım duş sonrasında dolabın üzerindeki temiz havlulardan birine sarındım. Saçlarımın damlayan sularını da küçük bir havluyla kurularken giyinmek için odaya geçtim. Kıyafetlerim çoktan dolaptaki yerini almıştı. Diğer tarafı açtığımda Savaş’a ait sadece birkaç parça olduğunu gördüğümde kaşlarım çatıldı. Sevgili kocam pek sık burada kalmıyordu demek ki… Onun o otelde yaşadığını düşünmek sinirlerimi altüst ediyordu. Yaşadığım bu can sıkıcı durum ve hissettiğim kıskançlık beni sarsıyordu. Alışkın olmadığım bu hisler ve içinde bulunduğum karmaşık durumu nasıl çözeceğimi bilemiyordum. Bu akşam odadan dışarı çıkmak istemediğim için geceliklerimden birini seçmeye karar verdim. Siyah, düz ve ince askılı ipek geceliğimi çıkardım. Sade oluşu, yırtmaç ya da dantel barındırmayışı seçmem için en büyük nedendi. Zira kocam kısa bir süre sonra burada olacaktı. Sadece külot giyerek üzerime geceliğimi geçirdim. Saçlarımı taradığımda çalan kapıyla irkildim. Bu kadar erken gelmiş olamazdı.

“Gir!” dedim yerimde doğrulurken.

Oldukça genç ve görevli olduğu anlaşılan kadının elinde tepsiyle içeri girdiğini gördüğümde şaşırdım.

“Kardelen Hanım’ın özel bitki çayı… Sakinleştireceğini ve yorgunluğunuzu alacağını söylememi istedi.”

Kadının nazik davranışı karşısında oldukça şaşırmıştım.

“Yemek yemek ister misiniz? Hemen odanıza servis getirebiliriz.”

“Yok, aç değilim. Teşekkürlerimi iletin lütfen.”

Başını sallayarak iyi geceler diyen kadına gülümsedim. Kapanan kapının ardından içinde bulunduğum odaya çevirdim bakışlarımı. Sade, şık ve modern görünüyordu. Tıpkı yalının kendisi gibi… Urfa’daki odalarından ve evlerinden çok farklıydı. Aklıma gelenlerle irkildim. Bu sahiplenme de nereden çıkmıştı şimdi? Uzun sürmeyecek bir evliliğe ve gerçek anlamda benim olmayacak bir adama bu kadar bağlanmam normal değildi. Bu düşüncelerden kaçmak için tepsideki fincanı aldım avuçlarıma. Odaya ait balkona çıkarken esen rüzgârla titredim. Derin nefesler alırken tırabzanlara yaslandım. Eşsiz deniz manzarasını izlerken çayımı yudumlamaya başladım. Hiç bilmediğim, görmediğim bu topraklar ruhumdaki karmaşaya iyi geliyordu.

Fincanımdaki son yudumu aldığımda uzun zamandır burada durduğumun farkına ancak varabildim. Savaş henüz gelmemişti. Üstelik sesi de çıkmamıştı. Onun o otelde, o kadınla birlikte olma düşüncesi sinirlerimi altüst etmeye yetse de bir yanım ona güveniyordu. Evliliğimiz sadece bir imzadan ibaret olsa da beni bu şekilde küçük düşürmeyeceğine inanmak istiyordum. Balkonun köşesine yerleştirilen iki kişinin sığabileceği koltuğa yöneldim. Demirden yapılmıştı. Özel olarak tasarlandığı kıvrımlarından anlaşılıyordu. Evdeki her şey gibi farklıydı. Lacivert kılıfların üzerine oturup, ayaklarımı hafifçe kaldırdığımda az da olsa sallanmaya başladı. Küçük bir çığlık atıp demir kola dokundum. Durumu anladığımda ise gülmeye başladım. Ayaklarımı uzatıp belimi ittirdim. Hızı artarken kahkahalarımı tutamadım.

Savaş…

Son dakika çıkan işlere alışkın olsam da bu kez canım sıkılmıştı. Tersanede yapımı süren oldukça büyük yatta yaşanan teknik aksaklığı çözebilecek tek kişiydim. Yüzüme bulaşan motor yağına aldırmadan tekrar projemin serili olduğu masanın başına geçtim.

“İşte burası. Motor monte edildikten sonra bağlantının sağlanacağı kısım. Sizin yaptığınız…” Kenardaki kalemi ve kâğıtlardan birini alıp basit bir çizim yaptım. “Bu şekilde böyle olursa yatı sadece yüzdürebilirsiniz. Motorun gücü yürütmeye yetmez. Prens Muhammed Bin Salman’ın bir tekne istediğini sanmıyorum. Hareminin ne kadar kalabalık olduğunu saymama gerek yok sanırım.”

Gülerek beni dinleyen ekibim işlerinin başına dönerken onları izledim. Her biri işlerinde oldukça uzmandı. Ancak artan siparişler ve boyutu giderek artan yatlar, her birisi için yeni bir macera demekti. Üstelik iş yaptığımız kişiler artık oldukça farklıydı. Sadece iş adamları ya da gösterişe meraklı sanatçılar değildi.

Teknelerimi hazırladığım tersanemde ödüllerimin olduğu duvara çevirdim başımı. Aldığım eğitim sayesinde birçok iş başarmıştım. Ama bu başarımın en büyük nedeni cesaretimdi. Eğer cesur olmasaydım bu işin altından kalkamazdım. Ben sadece bir tasarımcı olmak istememiştim. Ben tasarımlarını kendi elleriyle hayat bulduran kişi olmak istedim. En iyisi olmak için aldığım motor eğitimi bu yüzdendi. Yaptığım her yat ve teknenin birbirinden farklı ve özgün olmasını istememin nedeni de buydu. Bu yüzden de tercih edildiğimi biliyordum.

Başarmak zorundaydım. Bu yola adım atarken başka şansımın olmadığını biliyordum. Babamdan gelecek her şeye, kör ve sağır olmayı kafama koymuşken kardeşime bir hayat sunabilmek için buna mecburdum. Kardeşim… Aklıma gelen suretiyle telefonuma uzandım. Sadece ismiyle kaydetmek canımı sıksa da her şeyin zamanı olduğunu bildiğim için bir kez daha dizginledim kendimi.

“Savaş Ağa?”

“Yine ağa statüsüne geçmişim.”

Yüzünde kendini beğenmiş gülümsemesinin yer aldığını biliyordum. Kime benziyordu? Sureti değildi düşündüğüm. Gülüşü… Aklıma gelen kişiyle irkildim. Babama, Sancar Kahraman’a benziyordu.

“Saygılı bir adam olduğumu bilirsin.”

Derin bir nefes alıp kendime gelmeye çalıştım. “Bilirim. Nerelerdesin?”

“İstanbul’dan döndüm bugün. Midyat’tayım. İşleri toparlamaya çalışıyorum.”

“Genco Ağa’nın balayısı bitmedi mi hâlâ?” dedim alaylı bir ifadeyle. Motorun çalıştırılmasıyla yankılanan sesi azaltabilmek için diğer kulağımı elimle örttüm.

“Seninki çabuk bitmiş. Eh tabii Amelya Ağam, Rojda Kahraman’a göre biraz daha sakin.”

Dudaklarımdan savrulan kahkahaya engel olamadım. Başka birisinin söylemeye cüret edemeyeceği sözleri kardeşimden duymak mutlu etmişti. Artık aramızdaki mesafe azalmıştı.

“Dertleşmek istersen araman yeter, biliyorsun.”

Duyduklarımla hayatımın en değerli anılarımdan biri olan o akşam zihnimde canlandı.

*

Urfa’da, Kahraman Oteli’nin bar kısmında karşılıklı oturmuştuk o gece. Etrafımızda tek bir kişi yoktu. Bunun en büyük nedeni verdiğim emirdi.

“Seviyor mu?” dediğimde elindeki bardakla ardına yaslandı.

“Hayır. Genco Ağamın Rojda Kurt’un hislerinden bile haberi olmadığına eminim,” dediğinde rahat bir nefes aldım. Ama bu, onun yüzünde gördüğüm hüzünle yarım kaldı.

“Anlat Bevar. Çok iyi sır tutarım.”

Alaycı gülümsememin barındığına emin olduğu yüzüme baktı kısa bir süre. Ardından bakışlarını önüne çevirdi tekrar. Rahat olamadığını, bana dair güven duymadığını bildiğim için üstelemek istemedim. Kadehimi dudaklarıma götürürken sözleriyle şaşkınlıkla yüzüne baktım.

“Ona verebileceğim hiçbir şeyim yok! Bir soyadım bile…”

Elindeki viski dolu bardağını çevirirken zümrüt gözlerini saran bulutları kirpikleriyle gizlemeye çalıştı. Bana hayatının en büyük sırrını açtığının farkında değildi. Uzun zaman sonra içtiğini söylediği içki, kafasındaki ve en önemlisi kalbindeki karmaşa nedeniyle sarsmıştı. Bunu çok iyi görebiliyordum. Onu ürkütmemek ve açtığı kapıyı en ufak bir hayatla yok etmemek için bekledim. Ve ona bu itirafı yaptırmama gerektiğini bilerek, “Ona âşıksın,”  dedim.

Sözlerimi acı dolu bir ifadeyle karşıladı. Dudaklarında oluşan gülümsemeyle sessizliğe sığındı.

“Ama söyleyemiyorsun…”

Başını kaldırıp bana baktı. “Bir kez söze dökülürse kalbimden geçenler… Kendimi ben bile durduramam! Onu benden kimse alamaz o zaman!” dedi bir solukta. Ardından gözlerini önündeki cam masaya düşen yansımasına dikti. “Yapamam… Ben bile kim olduğumu bilmiyorken onu bu bilinmezliğe sürükleyemem…”

Onun bu durumda olmasına neden olduğu için Zelal ve Sancar Kahraman’dan bir kez daha nefret ettim. Bize bu zulmü, bu hasreti layık gördükleri için… Karşımda oturan kardeşimin yaralarına merhem olamadığım için…

“Ben varım, ağabeyin var senin! Kirli olsalar da ikisi de kara toprak altında olsa da bir ailemiz var! Sen benim canımsın!” diyemedim.

“Yaralarını saracak bir adama değil, onu mutlu edecek bir adama layık, Lale. Onu karanlığıma mahkûm edemem.”

“Ya değilsen?” dedim ufacık bir cesaretle. “Ya kimsesiz, gölgesiz değilsen?”

İsminin anlamına dair söylediğim sözlerle ufacık da olsa gülümsedi.

“Bir ailen varsa yani… Seni hasretle bekleyen, yolunu gözleyen, hayatı boyunca özlemiş olan birileri varsa… O zaman ne yaparsın?”

“Ölsem dahi onlara kavuşmak için elimden geleni yapardım!” dedi kararlı bir ifadeyle yüzüme bakarken. “Tek bir an bile olsa… Kanım, canım olanlara ulaşmak için son nefesimi bile verebilirdim. Ama yok… Ben bu hayata yapayalnız doğdum ve öyle öleceğim.”

Viski dolu kadehini yudumlarken dolan gözlerimi kapadım kısa bir an. Onun bana, yitip giden aileme ulaşmak istemesine dair sözleri içimi yakarken güçlü olmak için başımı çevirdim. Artık zaman kaybetmeyecektim. Bevar en kısa zamanda kim olduğunu, benim hayatımdaki en değerli varlık olduğunu öğrenecekti. Bunun için ilk adımı atacaktım.

*

“Benden çok sen konuşuyorsun, Bevar.” Onunla ilgili konuştuklarımızı hatırlattığımı anladığında keyifle güldü. Ben ise kardeşimi dinledim hasretle.

“Her zaman olmaz, merak etme. O gece canım çok sıkılmıştı.”

“Dertleşmek için bir telefonun yeter. Ama yanında bir şişe viski getirmeyi unutma. Ayık kafayla çok çekilmiyorsun.”

Konuşmamızı duyan, sözlerimizi işitenler haftalar önce birbirine yabancı ve düşman olan adamlar olduğumuza inanamazdı. Geldiğimiz nokta benim istediğimden çok uzak olsa da kardeşime bir adım daha yakın olmak yaralı ruhuma merhem oluyordu.

“Cimri olduğunu bilmiyordum, Savaş Ağa. Bu arada ben de seni arayacaktım. Gelecek hafta aşiretin hasat toplantısı var. İstanbul’da olacak bu sene. Genco Ağamın yalısında.”

“Öyle mi? Neden?”

“Bir süre orada olacak. Aşiret işlerini de İstanbul’dan yürütecek.”

“Peki.”

“Rojda Kahraman’ı da getirebilirsin. Yedi Aşiret ağalarının eşlerinin de gelmesini istedi.”

Bu fikir hoşuma gitse de Rojda’yı Genco ile aynı çatı altına götürmek kalbimi sızlattı. Onun hâlâ Genco’ya karşı bir şeyler hissediyor olma düşüncesi canımı yakıyordu. “Tamam. Kendine iyi bak.”

“Eyvallah Savaş Ağa!”

Tersaneden çıkarken avucumdaki telefonu sıkıca sardım. Haftalar sonra kardeşimin de yanımda olacağının düşüncesi soluksuz bırakacak kadar heyecanlandırıyordu beni.

Recommended Articles

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

error: Content is protected !!