Savaş…

Kokusu… Adım seslerinden önce küçük bedeninin bana gelişini müjdeleyen bir tılsımdı. Konağın avlusunda, henüz annesine veda eden o küçük çocuk değilken, mutluyken hatırladığım baharın kokusuydu. Henüz yara almamış, ailesini kaybetmenin eşiğine dahi yaklaşmamış zamanlarımın izini taşıyordu sanki. Teninden bana usul usul sızarken, her seferinde gözlerimi kapatarak daha çok, daha fazla içime çekmemek için soğuk mermer tırabzanı kavradı parmaklarım. Sözlerini işitene dek…

“Sana annenin emanetini getirdim, Savaş.”

Öyle manasız, öylesine karmaşıktı ki duyduklarım… Yanıldığımı sandım. Etrafımızı saran yaz melteminin fısıltısı diye düşündüm. Zihnimin bana oynadığı küçük bir oyun sandım. Ardından gelen koca bir sessizlik ise yanıldığımı kendime ispat etmek için ardıma dönmeme neden oldu.

Oradaydı. Küçük bedeninin aramızdaki birkaç adım mesafeye rağmen titrediğini görebiliyordum. Savrulan gece karası saçları yüzüne değiyor ve ansızın uçup ardına savruluyordu. Gözleri kızarmış, kirpikleri ıslanmıştı. Bakışlarımı teninde gezdirirken fark ettiğim kırmızı, eskimiş deri kaplı defter irkilmeme neden oldu. Ardımdaki mermere dokunmak için geriye uzattım elimi. Güzel yüzüne bakarken, “Rojda…” dedim sadece.

“Günler önce konaktaki tadilat sırasında o odada buldum bu defteri. Senin odanda… Ahşap bir çıkıntının ardına gizlenmişti.” İki adımla karşımda durdu. “Kime ait olduğunu anlamak için ilk iki sayfasını okudum.” Bir adım daha atıp deftere bakmam için uzattı. “Bu defter annene ait, Savaş. İçindeki her satırı o yazmış. Bir günlük gibi…”

Uzattığı deftere bakarken bütün benliğim ayaza kesildi. Her bir zerrem buz kesti. Gözlerimin önünde onun güzel yüzü, gülüşü, geceyi kıskandıran saçları can buldu. Ve onu son kez gördüğüm o an geldi gözlerimin önüne. Karnında kardeşim, üzerinde kire bulanmış elbisesi… Babamın önünde dizlerinin üzerine çökmüş hâli… Her biri pusların ardında yok oldu ve ben irkilerek kendime geldim. Ne zaman uzattığımı bilmediğim ellerimin arasında hissettiğim varlığıyla deftere baktım tekrar. Sağ elimin parmakları yer yer soyulmuş derinin üzerinde usulca hareket ederken, “Neden? Neden şimdi?” diye sordum.

“Yapamadım. Biliyorum bulduğum an sana getirmem gerekirdi ama…”

“Benden kurtulmak için gizledin!” Zihnime doluşan düşünceler bütün benliğimi öfkeye bularken güzel yüzüne baktım. “Bu evliliği hiç istemedin sen! Benden kaçış yolu olarak mı seçtin kendine?” Küçük biçimli çenesini kavrayıp yüzünü kendi yüzüme doğru kaldırdım. “Söyle! Bugün sana gidebileceğini söylediğimde gitmemenin nedeni de bu defter miydi? Bana acıdın mı yoksa?”

“Hayır, Savaş!” Çenesini kavrayan parmaklarıma sardı ellerini. “Sana vermek istedim! Ama…”

“Sus!” dedim dişlerimi sıkarken. “Bunun affı yok, Rojda! Bu defter gerçekten anneme aitse…” Çenesini bırakıp elimi çektiğimde sendeledi. Belini kavramak için uzanan elimi yumruk yapıp sıktım. “Senden başka kim gördü bu defteri?”

Kara gözlerini kaçırırken fısıldadı. “Sadece ben…”

“Kimse bilmeyecek!” dedim elimdeki defteri kavrarken. “Kimsenin haberi olmayacak bu defterden! Umarım bu kadarını benim için yapabilirsin!”

Odaya girip dışarı çıkacağım sırada kolumu kavrayan elleri durmama neden oldu.

“Nereye gidiyorsun, Savaş?”

“Bilmiyorum!” dedim sadece.

Odadan çıkarken odanın sessizliğine karışan fısıltısını duysam da geri dönmedim.

“O kadına gidiyorsun, değil mi?”

****

Halama ait yalıdan çıkıp, sahil kenarında uzanan parke taş kaplı kaldırımda yürürken beni izleyen garip bakışların farkındaydım. Gelmemelerini söylememe rağmen beni takip eden adamlarım ardımdaydı. Elimde o defter… Açmaya korkan ellerim titrerken sadece yürüyordum. Kalbimde koca bir maraz… İçten içe canımı yakan bir korkuyla boğuşuyordum sessizce. Islanan kaldırımların varlığının çıplak ayaklarımın tabanındaki soğuklukla farkına varabildim. Başımı usulca gökyüzüne kaldırdığımda kara bulutlar sarmıştı bulunduğum yeri. Alaycı bir gülümsemeyle alnıma dökülen saçlarımı geriye ittim. Üzerimdeki polo yaka tişört bedenime yapışmıştı. Kot pantolonum ise yer yer ıslanmıştı.

“Ağam?”

Ardımdaki adamın sesini işitsem de umursamadım. Az ilerideki banka oturdum. Seyrekleşen damlalar usulca yere süzülürken araladım defteri. Tepeme getirilip tutulan şemsiyenin varlığıyla ıslanmayacağına emin olduğum defteri araladım. Annemin el yazısını gördüğümde acıyla kasıldım. Evet, onundu! Dağılan mavi mürekkeplerin üzerinde gezdirdim parmaklarımı.

“Anne…”

“Delirmek üzereyim! Yaşadıklarımı anlatamamak, birine dillendirememek canımı yakıyor. Kalbim, ruhum… Ben her şeyimi kaybettim. Debelendikçe giderek saplandığım bir çamura bulandım.”

Gözlerimin önüne gelen acı dolu yüze dokunmak istedim. Yanında olduğumu bilmesini istedim. “Buradayım anne!” demek istedim. Yapamadım.

“Odaya nasıl çıktığımı bilemedim. Etrafıma bakamıyordum. Birisiyle göz göze gelsem az önce yaşadıklarımı anlayacakmış gibi anlamsız bir korkuya bürünmüştüm. Sancar yoktu. O gün bir iş toplantısı olduğu için şirkete gideceğini söylemişti. Keşke gitmeseydi. Kolundan tutup durmasını söyleyebilseydim. Beni asla yalnız bırakmamasını… Olmadı. Hayatımızı karaya çalacak o geceye mani olamazdık. Peşimden gelen oğlumun bana sarılan küçük bedeninden utandım. Oğlumdan utandım. Tenine tenim değsin istemedim. Oğlum… Canımın parçası, umudum… Odada neşeli seslerle küçük dünyasının tatlı heyecanlarını anlatırken sesine hıçkırıklarım karıştı o gün. Ben ağladım. Ben bedenimi kazırcasına yıkarken, o anın izlerini silmek isterken beni çağırıyordu yanına.

O gece, onun küçük bedeninin yanında kaldım. Sancar odada olmadığımı fark edip, oğlumuzun odasına geldiğinde uyuyor numarası yaptım. O çıkıp gittiği an gözyaşlarım tekrar süzülmeye başladı. Sabaha dek gözümü bir saniye bile kırpmadım. Ne yaptığımı, ne yapacağımı ve olacakları düşünmekten uyuyamadım.”

Masum muydu? Günahkâr mıydı? Okuduğum her satırda bu iki soru arasında gidip geliyordum. Yazılanların ardındaki anlamları çözemiyordum. Annemin yaşadıklarını anlayamıyordum. Emin şerefsiziyle yaşadıkları ilk an itibarıyla hislerini yazmıştı. Tahammül edemiyor olsam da okumak zorundaydım. Bunu annem ve Bevar için yapmak zorundaydım.

“Günlerce çıkmadım avluya. Yüz yüze gelmemek için, onun beni ürküten gözlerine bakmamak için kendi odamdan ve Savaş’ın odasından başka bir yere gitmedim. Sancar’ın şaşkın olduğunu ve benim için endişelendiğini biliyorum. Ama başka türlü davranmak gelmiyor içimden. Her gün özenle sevdiğim çiçeklerime dokunmuyorum. Evin düzeniyle ilgilenmiyorum. Ve ona, Sancar’a yakın durmak istemiyorum. Her dokunuşunda bir bahaneyle kaçıyorum. Nasıl dayanırım? Nasıl bakarım yüzüne? Nasıl eski Zelal olurum? Bilmiyorum.”

Bir sayfa daha çevirdim. Satırlar gözlerimin önünden akarken düşünemeyecek hâldeydim.

“Savaş’ın ısrarıyla bahçede gezerken beni çağırdı. Gözleriyle arka avluda, onun olduğum o küçük eve girmeden önce gelmemi işaret etti. Yaptım. Neden olduğunu bilmiyorum. Gittim ardından. Oğlumu Hividar’a bırakıp gittim. Daha kapıya dokunmadan beni içeri çekti. Neden ondan kaçtığımı, neden gözlerine bakmadığımı sordu. Sustum. Ben sustukça deliye döndü. Elbisemi yırtmak istediğinde, dışarıya çıktığımda bu kez yakalanabileceğimi söyledim. Umurunda olmadığını, tek istediğinin ben olduğumu söyledi. Tekrar kendine ait kıldı beni. Bu kez ağlamadım. Çırpınmadım. Neden bilmiyorum. Taş kesildi bedenim. O beni bıraktığında, duygusuz bir hâlde toparlanıp çıktım oradan. Sancar’la bir zamanlar bana ait olan odaya girene dek sustum. Odaya girdiğim anda ise çöktüm olduğum yere. Bu kez üzerimdeki elbiseyi yırtan ben oldum. Ağlaya ağlaya çırılçıplak oturdum aynı yerde.”

Zorla sahip olmuştu anneme! Zorla dokunmuştu ona! Peki ya sonra? Neden susmuştu? Nefes alamadığımı hissediyordum. Yerimden doğrulup kapadım defteri. Denizle olduğum yeri birbirinden ayıran demir zincirlere yaklaşıp bekledim. Derin derin nefesler alırken okuyacağım diğer satırlardan korkuyordu benliğim. Annem henüz hamile olduğunu öğrenmemişti. Babam yaşanan bu ihaneti öğrenmemişti. Korkuyla araladım defteri. Kaldığım sayfayı çevirdiğimde yırtık olan kısımla karşılaştım. Parmaklarımı usulca o derin izde gezdirdim. Defterin diğer sayfalarını açtım. Yırtık sayfaları bulmak için tek tek kontrol ettim. Bulamadım. Yoktu. Sonrasında olan sayfada ise beni derinden sarsan tek bir cümle vardı.

“Hamileyim!”

Bir sonraki sayfada ise görmek istemediğim sözler vardı.

“Sancar’dan gizlemek istedim. Ama başaramadım. Hividar söylemiş. O gece yemek masasında beni kucakladığında karşımızda o vardı: Emin. Çatık kaşlarıyla bizi izliyordu. Aklından geçenleri biliyorum ve bu beni ürkütüyor. Ya Sancar’a söylerse? O zaman ne yaparım? Dokunamıyorum. Sevemiyorum onu. Karnımda taşıdığım bir can değil, bir yara. Ama anlatamıyorum kimseye. Sadece susuyorum.”

Şüphe, kalbi içten içe saran ve tüketen zehirli bir sarmaşık gibiydi. Yıllardır içimde taşıdığım bu koca yük hâlâ yerinde duruyordu. Annemin tek bir sözüyle mazimizi saran o kara bulutlardan kurtulabilirdim. Tek bir sözüyle, annem benim için tekrar masum olabilirdi.

“Emin, bebeğin kendisinden olduğunu söyledi. Onu Sancar’la paylaşmayacağını, beni ve bebeği alıp gitmek istediğini söyledi. Yapamayacağımı söyledim. Oğlumu ardımda bırakamazdım. Üstelik bu bebek Sancar’a ait olabilirdi. Gitmem, onunla bir hayat kurmam ihtimal dâhilinde bile değil. O her ne kadar kabullenmek istemese de ben ona ait değilim. Ne zaman ne de yaşananlar bunu değiştirmeyecek. Ben arafta kalmış, teni iki adamın tenine hapsolmuş bir kadınım. Bir yanda bir zamanlar sevdasıyla yandığım kocam, Sancar var. Diğer yanda ise o var: Emin. Benim ise seçme şansım yok. Sancar’la, hayatıma sürülen bu kara lekeyle yaşamak zorundayım. Celladımla aynı yatağa girmek ve son nefesimi onun ellerinde verene dek onun yanında yaşamaktan başka çarem yok.

Sancar, bebeğin kız olmasını istiyor. Benim gibi siyah saçları olmasını, gözlerinin benimkiler kadar yeşil gözleri olmasını… Oğlunun güzeller güzeli bir kız kardeşi olmasını istiyor.

Emin ise bebeğin erkek olmasını istiyor. Onun kanını taşıyan güçlü bir oğlu olmasını. Emin, beni her köşe başında sıkıştırdığında onun doğduğu gün, Sancar’a her şeyi anlatacağını söylüyor. Bu bebeğin bana getirdiği tek iyilik, Emin’in artık bana dokunmasına engel oluşu. Bebek için tehlikeli olabileceğini söylüyor. Ama yanına çağırmaktan, beni çırılçıplak soyup izlemekten vazgeçmiyor.

Sancar ise öylesine heyecanlı ki… Her gece bebekle konuşuyor. Ardından ise beni seviyor. Ben karşılık vermesem dahi umursamıyor artık.

Savaş… Oğlum… Bir kız kardeşi olmasını isteyerek koşuşturuyor avluda. Öylesine habersiz ki içimdeki yangınlardan… Öyle masum ki…”

Bulanan midemi zapt etmeye çalışıyordum. Yaşananlar öylesine çirkin ve ağırdı ki… Beni rahatlatmasını umduğum satırlar öylesine acıydı ki…

“Bebek büyüyor. Emin’in öfkesi de… Sancar’ın bana her dokunuşunda deliye dönüyor. Benim canımı da yakıyor. Kollarımı dün gece yarısı arka avluda öyle sıkı kavradı ki, tenim mosmor oldu. Anlamıyor. Dinlemiyor beni. Gözleri öylesine kör ki… Oğluma bile dokunmamı istemiyor. Sadece bebeğe tahammül edebiliyor. Onun Sancar’a ait olma ihtimalini duyunca deliye dönüyor. Ben ise susuyorum. O konuştukça, beni hırpaladıkça, bebeği sahiplendikçe sadece susuyorum.”

“Ah Bevar!” Yaşanan bu anlardan habersiz olan kardeşim benim… Bu satırları sana nasıl okuturum?

“Onu düşürebilmek için merdivenlerden aşağıya bıraktım kendimi. Sancar’ın haykırışlarını, Emin’in telaşını umursamadım. Tek istediğim ondan kurtulmaktı. O bebeği bedenimden koparıp atmak istedim.

Doktor yaşadığını söylediğinde vazgeçtim her şeyden. O an bebeğin kıpırtısını hissettiğimde gözlerimden akan yaşlara engel olamadım. ‘Ben buradayım!’ diyordu bana sanki. Kaderimin yazıldığını, artık hiçbir şeye engel olamayacağımı kabullendim. Bu bebek doğacaktı. Benim ölümüm olacaktı. Ama doğacaktı.

Doktor, kız olma ihtimalinin yüksek olduğunu söylediğinde Sancar sevinçten havalara uçtu. Emin ise çatık kaşlarıyla sadece sustu.

Doktor, biraz ufak olduğunu söylediğinde endişeyle sardım karnımı. İlk kez o an onu sahiplenebildim. Onun için ilk kez endişelendim. Erken bir doğum ihtimalinde yaşayacak kadar güçlü olamayacağını söyledi. O an bu bebeği istediğimi anladım. Ne olursa olsun benim bebeğim o. Benim canım… Oğlum gibi benim bir parçam. Ne olursa olsun ölsem dahi onun yaşaması için dua ediyorum şimdi. Bensiz, benden uzakta olsa bile yaşaması için…

Bir battaniye hazırlıyorum bebeğim için. Onun için elimden sadece bu kadarı gelebiliyor.

Sancar’ın oda hazırlamak istemesi ve her gün farklı bir fikirle yanıma gelişini görmezden gelmeye çalışıyorum. Doğmadan hazırlanmasını istemediğimi söylüyorum.

Emin ise her gece yarısı evine gitmem için zorluyor beni. Çıplak karnıma dokunup bebeği sevmek istiyor. Gidemediğimde ise beni gördüğünde canımı yakıyor. Bebek olduğu için ileriye gidemiyor.

Benim ise hiçbir şey umurumda değil artık. İstediğim sadece bebeğimin yaşaması, nefes alması, büyümesi…

Kâbuslar görmeye başladım. Kucağıma alamıyorum onu. Sesini duyuyorum. Ağlıyor. Ama tutamıyorum onu. Yüreğim sıkışarak nefes nefese uyanıyorum.

Yaşa bebeğim! Ne olursa olsun yaşa…”

“Yaşıyor anne! dedim fısıldayarak. “Kardeşim yaşıyor…”

“Yedi aylık oldu bugün. Karnım çok büyümedi.  Yemek yiyemiyorum. Yediğimde ise midemde kalmıyor. Sancar’ın isteği üzerine her gün beni kontrole gelen ebe kadın ne kadar tembihlese de yapamıyorum. Bebeğim ufacık doğacak diye, yaşamayacak diye o kadar korkuyorum ki…

Sancar ise iki gündür çok garip davranıyor. Eskisi gibi neşeli ve konuşkan değil. Gözlerini yüzüme çevirip sadece bakıyor. Onun bu hâli beni korkutuyor.”

Sonrası ise yok… Satırlar son buldu. Ama benim zihnimde her bir detayı vardı.  “Hayır!” dedim sayfaları çevirirken. “Gitme anne! Gitme ne olur!”

Ama olmadı. Yetmedi sözlerim. Sesim çıkmadı. Annem o avludaydı tekrar. Yerde kanla kaplı yüzünde sadece gözlerini tanıyabiliyordum. Güzel yüzü eziklerle çevrilmiş, dudaklarından kanlar süzülüyordu. Siyah saçlarını avuçladı babam ve hatırlayamadığım sözler söylüyordu. Ve ben oradaydım. Babamın ayaklarına sarılıp engel olmaya çalışıyordum. Neye, kime olduğunu bilmeden… Beni iterek yere savurması ve dizlerimin üzerine çökerek ağlayışım can buldu tekrar. Annemin yerdeki o hâli, babamın ona şiddeti…

Gözlerimden süzülen yaşlara engel olmadım. Orada, o denizin kıyısında ağladım. Kimseyi umursamadan göğsümde sardığım defterle…

***

O odanın kapısına ne zaman vardığımı bilmiyordum. Tek bildiğim gidecek başka bir yerim, sığınacağım başka birisi yoktu. O, vardı. Bana koşulsuz güvenen, kendini her şeyiyle bana teslim eden… O, vardı. Çalıp geri çekildim. Bedenimi ardımda duran duvara yaslayıp bekledim. Kısa bir süre sonra aralanan kapıda saçı başı dağınık bir hâlde Bade göründü. 

“Savaş?”

“Bu gece sende kalabilir miyim?”

Cevap vermedi. Sadece geri çekildi. Yorgun adımlarla yanından geçip, odaya girdiğimde orada olmamın hata olduğunu biliyordum. Ama umurumda bile değildi. O defterin yırtık olmasının nedeni o muydu? Ne planları vardı? Bunu anlamadan ona güvenmeyecek, ona adım atmayacaktım. Acı çekme sırası Rojda’daydı.

Recommended Articles

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

error: Content is protected !!